NOT: Bu yazıyı 2014 yılında Berlin’de düzenlenen bir konferansta konuşma metni olarak okumuş ve daha sonra başka makalelerimle birlikte “1915 Bağlamında Kürt-Ermeni Tarih Muhasebesi ve Güncel Tartışmalar” başlıklı bir kitapta yayınlatmıştım. Sonraki yıllarda Kürt aydınları arasından bu konuya ciddiyetle eğilen, sözlü hafıza derlemesi ve yazılı kaynak incelemesi yaparak öz muhasebeye değerli katkılar sağlayan örnekler oldu. Ancak Kürt kurumları adına politik tavırlar beklendiği ölçüde gelişmedi. Çekinceli ve ikircikli yaklaşımlar yine eskisi gibi yaygın olmaya devam etti. Son olarak 2020’nin 24 Nisanı vesilesiyle Fırat Aydınkaya’nın yayınladığı “Kürtler ve Ermeni Soykırımı” başlıklı makalesi beklenen açık yüreklillikle soykırımda suç ortaklığı bulunan Kürtlerin rolünü, mekanizma içindeki yerini, motivasyon ve çıkarlarını konu edince olumlu tepkiler yanında kimisi çok agresif olan olumsuz tepkiler de aldı. Aslında Aydınkaya bu makalesinde derli toplu hale getirdiği görüşlerinin önemli bir bölümünü 2015 yılında kendisiyle bir dizi söyleşi yapan Agos gazetesinde ifade etmiş ve o zaman böyle bir infial yaratmamıştı. Daha sonra gerek bu durumun değerlendirmesini yapmak, gerekse tepki gösterilen çeşitli yönleriyle konuyu açmak ve tartışmak için Agos’ta Aydınkaya ile yapılan yeni röportajlar yayınlandı. Bunlarla doğrudan bağıntılı daha erken bir değerlendirme olarak altı yıl önceki bu yazımı paylaşmakta anlam görüyor ve yararlı olmasını umuyorum. –Hovsep Hayreni.
Değerli Dostlar
Gerekliliğine inandığım ve katılmaktan onur duyduğum bu konferansın düzenleyicilerine çok teşekkür ediyor, hepinizi en içten duygularımla selamlıyorum.
1915 soykırımı Türkiye’de tarihle yüzleşmenin en netameli konusu. Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini sarsacak mahiyeti nedeniyle devletin 99 yıldır en sıkı şekilde sürdürmüş olduğu bir tabu. Ama artık önü alınamaz bir sorgulanma sürecindedir. 100. yıl arifesinde hükümet kaba inkar politikasını bir parça inceltmenin telaşına tutuldu. Bu doğrultuda yayınlanan diplomatik taziye mesajının Türkiye’de müthiş bir ilerleme gibi karşılanması tamamen tabunun büyüklüğüyle ilgilidir. Aynı hükümet “soykırım iddialarına karşı etkin mücadele” adına 4 yıllık bir program da geliştirme durumunda. Yani makyaj çekmenin yanında çamur gibi inkarcı savunma ve karşı suçlama ataklarını da izlemeye devam edeceğiz.
Tarihle bu zorlu yüzleşmenin bir de toplumsal boyutu var. 1915 imha eylemini düzenleyen İttihatçı yönetim, Müslüman kesimin sivillerini çeşitli motivasyonlarla yoğun şekilde suça ortak etmiş ve bu sayede azami sonuca ulaşmıştı. Kendi dedeleri fiilen Ermeni kesmemiş, malını-mülkünü gaspetmemiş olanlar dahi sonraki dönem bu imha ve el değiştirmelerin Müslüman kesime sağladığı avantajlardan yararlandılar. Devletin o utanç verici gerçekliğin yerine geçirdiği kahramanlık efsaneleriyle süslü yalan tarihi benimseyip şahsi hafızalarını bastırdılar. Bir avuç azınlığa dönüştürülmüş Hristiyanlara dönük nefreti ve ayrımcılığı az yada çok paylaştılar. Toplumsal yüzleşme bütün bunları kapsayacak bir vicdan muhasebesi olarak hem kollektif kirlilikten arınmanın, hem de devleti hesap vermeye zorlamanın gereğidir.
1915 soykırımında toplumsal rollerden söz edilirken hiç bir ulusal kesim için toptan genellemeci konuşmanın doğru olmadığını baştan belirtmek isterim. Bununla beraber somut rollerinden bahsedilen kişi ve grupların çok zaman kollektif kimlikleriyle anılmış olmaları doğaldır. Bir yörede kendi başlarından geçenleri anlatanların orada devlet güçlerine yedeklenen veya özerk insiyatifle fırsattan faydalanan sivilleri “Türkler”, “Kürtler”, yada “Osman isimli Türk”, “Sılo denilen Kürt” diye konu etmiş olmaları, o kimliklere kin ve nefret saçtıkları anlamına gelmez. Bu tür eleştiriler yapıldığı için söylüyorum. Bilinmeli ki aynı toplumsal hafıza, hatta o saldırılardan bahseden aynı kişiler, tanık oldukları koruma-kurtarma örneklerini de yine “Kürt Memo’nun insanlığı” yada filanca “Kürt aşiretinin erdemi” veya falanca “Türk’ün iyiliği” diye yad etmişlerdir. Olumlu atıflarda kollektif kimliğin zikredilmesini memnuniyetle karşılayıp olumsuz atıflara gelince tepki göstermek, tutarsız olduğu kadar somut yüzleşmelerin önünü tıkayıcı bir özellik içerir.
Bu genel bakış içinde Kürtlerin özel durumunu irdelemek gerekiyor. 1915’te devlet güçlerine paralel kıyıcı rol oynayan Müslüman gruplardan en çok Kürtlere vurgu yapılmasını nasıl değerlendirmeliyiz? Bana göre bunun bir gerçekliği, bir de “adı çıkanın canı çıkar” misali faili belirsiz bazı işlerin de Kürtlere mal edilmesiyle oluşan subjektif boyutları vardır. Ayrıca her yöre için bununla mukayese edilecek düzeyde olmasa bile, Ermenilerin hayatını kurtarmada Kürtlerin yine başka gruplardan fazla rol oynadıklarını belirtmek gerekir. Her iki durum uygulamaların yoğunluk alanında bulunmakla da ilgilidir. Ülke genelinde varlığı hedeflenen Ermeni halkının önemli bir nüfusu doğu vilayetlerinde Kürtlerle içiçe yaşıyor ve diğer bölgelerden Suriye istikametine gönderilen sürgün kafilelerinin yolu da bu hatlardan geçiyordu.
Ermeni meselesinin gündemleştiği 19. yüzyıl son çeyreğinden beri Sultan Abdülhamit’in geliştirdiği politikayla Kürtler Ermenilere karşı kışkırtılmış, Hamidiye Alayları’nın etkin şekilde kullanıldığı 1894-96 kırımlarıyla Ermeni halkının kısmi tasfiyesi gerçekleştirilmişti. Meşrutiyetle birlikte Hamidiye Alayları kaldırılsa da zamanla onun benzeri olan Aşiret Alayları oluşturulmuştu. Savaş başladıktan sonra da Rus cephesine yakın yerlerde milis alayları kuruluyordu. Bunlardan başka tehcir kafileleri üzerine salınan başıbozuk çeteler eksik olmayacaktı. Önceki dönemin Kürt-Ermeni gerginlikleri ve Abdülhamit’in Kürt eliyle Ermeniyi tasfiye geleneği, güçlü bir miras olarak, savaş ortamında total imhaya yönelen İttihatçılar tarafından değerlendirildi.
Çeşitli bölgelerde Türk, Çerkez, Laz, Arap ve sair Müslümanlar da vatan-millet nutukları ve mal-mülk dürtüsüyle motive edilmiştir. Ordu birliklerine paralel olarak bunlardan kurulan çeteler ve Teşkilat-ı Mahsusa’ya takviyeler de olmuştur. Ama kırımların yoğunluk alanı olan doğu vilayetlerinde esas hesabın Kürtler üzerine yapılmış olduğunu görmek gerekir. Bunun için samimiyetsiz şekilde Kürdistan kavramı da kullanılmıştır. Türk yönetimi Ermeni meselesini ve Ermenistan kurulma ihtimalini savuşturduktan sonra Kürtleri ve diğer Müslümanları Türklük içinde eriterek homojen bir Türk vatanı yaratmak istemesine rağmen, o dönem ve daha sonra, adına Kurtuluş Savaşı denilen yerli Hristiyan halklardan kurtulmanın ikinci perdesinde de Kürtlük ve Kürdistan’a muhtariyet gibi sahte umutlar vermiştir.
Ermeniler ve Süryaniler yok edildikten sonra girilen cumhuriyet sürecinde aldatılmışlığa tepki olarak Kürtlerin geliştirdiği isyanlar, son olarak da 30 yıllık ulusal mücadele süreci konuya ayrı bir önem kazandırmıştır. Şöyle ki bugün artık asimilasyona gelmeyeceği açık olan, Türkiye’nin en dinamik toplumsal muhalefetini oluşturan, fakat bağımsızlık iradesi zayıflatılmış olarak demokratik bir cumhuriyette beraber yaşamı savunan bir Kürt hareketi var. Bu hareket etrafında ve dışında yetişmiş aydınları, çeşitlilik arzeden görüşleriyle geniş bir Kürt siyasi yelpazesi var. Bu gelişme düzeyi Kürt halkı ve ulusal hareketinin 1915’le toplumsal yüzleşmede daha aktif olmasının ayrı bir gereğine işaret eder. 100 yıl öncesinde yaşanıp boğulmuş olan Ermeni halkının özgürlük mücadelesine nasıl bakıldığından tutalım, onun imhasına alet oluşun nasıl değerlendirildiğine kadar bir dizi başlık altında tarih muhasebesini önemli kılar.
Maalesef bu alanda çok müstesna sayılacak örnekler hariç Kürt aydınları ve siyasetçilerinin büyük bir tutukluk yaşadıklarını görüyoruz. Bunda tarihe taraflı bakış ve milliyetçi evhamlardan kaynaklanan çekincelerin rolü büyüktür. Kısaca karakterize etmeye çalışacağım bu çekinceler yalnız 1915’le açık yürekli yüzleşmeyi değil, Kürt-Ermeni ilişkilerinin geçmişini objektif değerlendirme ve tarihten doğru dersler çıkartmayı da zorlaştırıyor. Dahası bu durum Kürt tarih yazımına girişen kimilerinin resmi Türk tarihine benzer inkarcı tezler geliştirmelerine yol açıyor. Pasif savunmacı çizgiden aktif savunma ve karşı suçlama ataklarına geçiş anlamında çok vicdansız tavırlar sergileniyor. Daha önceki süreçlerde Kürt-Ermeni gerginliği adına ne yaşanmışsa hep Ermenilerin sorumlu olduğu, gelişen Ermeni hareketinin Rus emperyalizmi güdümünde ve dinsel bağnazlıkla Kürtleri hedeflediği, tarih boyu azınlık oldukları Kürdistan’ı Ermenistan’a dönüştürmek ve Kürtleri köleleştirmek istedikleri, iki halkın o güne kadar huzur içinde yaşadığı yerlere dışardan gelen Ermeni militanların nifak tohumları ektikleri, durup dururken isyanlar çıkarttıkları, birçok taleplerini Osmanlı yönetimine kabul ettirmelerine rağmen rahat durmadıkları, en sonu 1. Dünya Savaşının başlamasıyla Rus ordularının önüne düşüp girdikleri her yerde Kürt katliamları yaptıkları, tek amaçlarının Kürdistanı Kürtsüzleştirmek ve bu zeminde büyük bir Ermenistan kurmak olduğu, kendileri tehcir edilinceye kadar büyük çoğunluğu Kürtlerden olmak üzere 1,5 milyon insanı katlettikleri vs. soğukkanlılıkla iddia ediliyor. Bakın Türk Tarih Kurumu adına en vicdansız karşı suçlamaları geliştiren Yusuf Halaçoğlu’nun Ermenilere mal ettiği hayali katliam bilançosu bunun üçte biri kadardır. Yani onun Kürt versiyonu gibi ortaya çıkanlar ona dahi küçük dilini yutturur. Bunları okumamış olan arkadaşlara belki duyunca şaşıracakları bir şeyi de belirteyim. Son dönem bir nevi tekrarı yazılan bu tür yorum ve iddiaların babası, Kürt ulusal hareketinde hayli itibar edilen Dr. Nuri Dersimi’dir.
Geçtiğimiz yıl içinde bu tutumun eski ve yeni örneklerini ele alıp, her defa ayrı bir yazarın tarih yorumlarını irdeleyerek “Kürt Tarih Yazımında İnkarcı Eğilimler üzerine” dört bölümlük bir tartışma dizisi yazmış, internette paylaşmıştım. Şimdi konuşma sürem bunların alt konu başlıklarını sıralamaya bile elvermez. Konuları benzer olan başka makalelerle birlikte onları bir kitaba dönüştürme durumundayım. Kürt-Ermeni ilişkilerinin geçmişinde, iki komşu halkın Osmanlı boyunduruğundan ortak kurtuluş için birlik olamama nedenlerini irdelerken, olaya tek yanlı bakmayıp Ermeni tarafının itici rol oynayan yönleri ve hatalı tavırlarını da muhasebe etmeye çalıştım. Ermeni devrimci örgütlerinin büyük devletlerden hayır bekleme zaafı ve komşu halklarla ortaklığı pratikte yeterince gözetmeme gibi eksiklikleri vardı. Fakat sonuçta birlik arayışı daha güçlü olsaydı bile, bunun karşılığını bulma koşulları zayıftı. Kürtlerin ulusal uyanış ve örgütlenme yetersizliği yanında, dönem dönem kopuş eğilimine giren feodal beylerinin Hristiyan halklara güven vermeyen tutumları ciddi bir sorundu. Yakınlaşma ve birlik için önemli iki fırsat olan 1880 Şeyh Ubeydullah ve 1914 Bitlis Kürt isyanı, iki defa da Ermenilerin devletten reformlar için adım bekledikleri ortamlara denk gelmiş ve Osmanlı siyasetinin Kürtleri bu reformlara karşı çıkartma manevraları kuşkucu, temkinli ve kararsız yaklaşımlara yol açmıştı. Kürtlerin ise kendi ulusal-kültürel hakları için bu reformlara ortak olma çabası yoktu. O dönem daha geri konumda olan ve önceki yüzyıllar boyu yerel planda Ermeni Süryani Hristiyan komşularına hükmetmiş olmanın alışkanlığıyla düşünen Kürt ileri gelenleri bu ulusal-demokratik hareketi anlamaktan uzak oldular, genelde husumetle baktılar. Geçmişin bu gibi nazik yönleri iki taraftan da hakkaniyetle tartışılırsa çok değerli dersler çıkarılabilir. Ermeni halkının binlerce yıllık vatanında yok oluşunu kendi günahlarıyla açıklamaya çalışmak bugün artık Türk inkarcıların bile sürdüremez oldukları birşeydir. Onların havlu atmaya başladıkları bu alanda, Kürtlerin Osmanlı ile ittifakına mazeret üretmek için Ermeni hareketine olmadık proje ve stratejiler yükleyen bir tarih yorumu, Kürt yurtseverliği adına çok acıklıdır.
Bu gibi uç noktalarda gezen görüşlerin yaygın olduğunu düşünmüyorum. Ama eleştiren de fazla yok. Tarih muhasebesi genelde önemsenmeyen, daha doğrusu kaçınılan birşey. Geçmişin günahlarıyla yüzleşmenin çekinceleri bir yandan suskunluğu, bir yandan inkarcılığı besliyor. büyük bir kesimin izinde yürüdüğü Öcalan’ın 1915’te olana dair yorumları daha örtülü de olsa benzer duygular veriyor. Yaptığı kısa değinmelerden biri şöyleydi: “Ermeniler ve Pontuslar o zamanki emperyalistlere güvenerek onların oyununa gelmişlerdir ve kaybetmişlerdir. Soykırıma uğramışlardır. Çünkü egemen güç olan Osmanlı ‘sen beni öldüreceğine ben seni öldüreceğim’ mantığıyla hareket etmiş ve bu acı tablo ortaya çıkmıştır…”.
Şimdi, olayı böyle karakterize etmek, taammüden işlenmiş bir cinayeti, ağır tahrik karşısında ve meşru müdafaa amacıyla gerçekleşmiş gibi göstermektir. Osmanlı’nın suçunu hafifletici böyle bir yaklaşım, o dönem ve sonrası yerli Hristiyan halklara karşı onunla işbirliği içindeki Kürt ileri gelenlerini de kayırmanın gereğidir şüphesiz. Öcalan ve izindeki Kürt liderlerin sık sık Türklere “Çanakkale’de birlikte döğüştük, beraber Kurtuluş Savaşı verdik, Osmanlı’nın zor günlerinde asla sırt çevirip ihanet etmedik” diye seslenmeleri, o lanetli ittifakı savunmanın yanında Ermeni halkının ihanetle suçlanmasına açık prim vermektir.
Türk inkarcılığıyla Kürt inkarcılığı arasında şöyle bir fark var. Birincisi “soykırım olmamıştır, yalandır” diyor, ikincisi “soykırım olmuştur” demesine rağmen bunu anlamsızlaştıran ve suçun vebalini kurbana yükleyen bir mantık çalıştırıyor. Kürtlerin de soykırıma uğratıldığını savunurken Ermenilere yapılanı soykırım saymamak, tabii mümkün değil. Aynı devletin daha sonraki mağduru olma nedeniyle onun soykırımcılığını ifade etmek kolay. Ama kendi atalarının suç ortaklığını sorgulamaya gelince, Türklerle benzer çekinceler paylaşılıyor. Bunların en etkili olanları kimlik ve yurt eksenli çekincelerdir. Yanısıra maddi çıkar kaygıları da sayılabilir.
Ulusal kimliğine leke sürdürtmeme, ceddine laf ettirmeme yönlü hassasiyetleri Türk milliyetçiliğinin söylemlerinden tanıyoruz. Bu gerçekten temiz bir tarihe sahip olunduğu inancından ileri gelen bir durum değil. İşgal, yıkım, kırım, gasp ve tecavüzler yapmayı aslında ayıplamayan, “akın, fetih, yurt edinme” gibi “Türk’e şan ve şeref verici” sözcüklerle savunan bir gelenek söz konusu. Soykırım meselesi de böyle. “Yapmışsak iyi yapmışız, gerekirse yine yaparız” anlayışında olup, dışa karşı farklı ve medeni bir havaya bürünüyorlar. Toplum içinde kişisel, ailesel, yöresel belleklerin hatırladığı utanç verici geçmişi hayali bir ulusal bellekle örtüyorlar. Bunun adı “şanlı tarih” oluyor.
Kürt milliyetçiliğinin hassasiyetleri bundan bir ölçüde farklıdır, ne de olsa devletsiz ve ezilen ulus konumunda olmanın hissiyatı söz konusu. Ancak o dönem diğer ezilen ulusların imhasında suç ortaklığı etmiş atalarının günahlarını kendi kimliklerinden soyutlama gibi bir eğilim taşıyorlar. Utanç verici olaylara bulaşanların çoğunluğunu korkutulmuş, cahil ve çaresiz sayarak mazur görmeye çalışıyor, böyle bakılması tümden imkansız olanlar içinse “Onlar her millette olabilecek hainlerdi” deyip “hainler kendi milletinden sayılamaz” şeklinde işin içinden çıkıyorlar. Bu konu tartışılınca en kestirme yanıt olarak “bugün de kendi halkına karşı koruculuk yapan hainlerimiz var, ne yapalım” sözlerini duyuyoruz. Bu aslında kendi halkına bile bunları yapanların geçmişte başkalarına kat kat fazlasını yaptığını ifade eder.
Öte yandan geçmişte suç ortaklığı yapanların bire bir ve yalnızca bugünkü korucuların dedeleri olmadığı, daha sonra isyancı-direnişçi olarak boy gösteren bazılarının da Ermeni ve Süryani katliamlarında bulundukları gözardı ediliyor. Daha önce Hamidiye Alaylarında görev almış, bir dönem sonra Kürt isyancısı olmuş ve bugün büyük Kürt kahramanı olarak savunulan isimler var. 1915’te İttihatçılarla beraber olduğuna bakılmadan sonraki rolleriyle yüceltilen sembol şahsiyetler de var. Bunları sorgulamak ve 1915’te Kürtlerin suça bulaşma yoğunluğu ile yüzleşmek ulusal kimliği gözden düşürecek birşey olarak görülüyor. Eş düzeyde olmasa bile bu durum Türk milliyetçilerinin İttihatçı ve Kemalist atalarını savunmalarına benzerdir.
Devletsiz olmayı siyasi iradeden bütünüyle yoksunluk şeklinde yorumlamak da aynı çekincenin farklı bir tezahürü oluyor. Tartışmalarda sık sık “O dönem Kürtlerin siyasi iradesi mi vardı?” itirazları duyulur. Ama bu argümana sarılanlar, hemen bir adım ötesinde, yani Kürtlerin yine devletsiz ve partisiz oldukları, ancak M. Kemal’in mektuplu çağrılarına yanıt veren beyleri ve şeyhleriyle ikinci sınıf temsil edildikleri dönem için “Türklerin ve Kürtlerin önderliğinde verilen Kurtuluş Savaşı” gibi tanımlar yapabiliyor. Bu sonraki süreci Kürtlerin Türklerle ittifakı olarak savunurken eşit bir partner gibi yansıtıyor ve “iki asli kurucu unsurdan biri” olmakla övünüyorlar. İki argüman arasındaki tezat 180 derecedir. Gerçekte sonraki sürecin ittifakı da eşit değil, her iki dönem için de bağımlı bir iradeden söz edilmesi gerekir. Ayrıca iki dönemin politik yönelimleri arasında öyle nitelik bir fark yok. Lakin 1915’in utancı daha açık olduğundan o dönem işbirliği ve suç ortaklığı yapan Kürt ileri gelenlerinin “iradesiz”liğine vurgu yapılır.
Bununla bağıntılı olarak, 1915’te Kürtlerin rolünü sorgulamanın “suçu Kürtlere yıkma ve devleti temize çıkartma hesaplarına yaradığı” ileri sürülüyor. Bu da aynı çekinceyle ilgili bir kaçamaktır. Toplumsal yüzleşme kapsamında yapılan sorgulamalar devletin asli sorumluluğunu gölgelemez. Devlet soykırımını yaptığı dönem ve daha sonra dış dünyaya karşı kendini temize çıkartmak için suçu Kürtlerin üstüne atma kurnazlığı da yapmıştır. Ama bu durumu karşılamanın dürüst yolu, kanlı işbirliğini inkar etmek değil, devletin organizesi, teşviki ve gözetimi altında olan şeyleri sanki o istemeden yapılmış gibi göstermesini eleştirmektir. Kürt aydınları şunu çok iyi biliyor ki, Ermeni halkının belleğinde bu işbirliğinin yeri ne kadar kuvvetli olsa da, dünyada adalet isteyen tüm Ermenilerin, hatta devlet kararı olmadan yerel otoritelerle anlaşmalı şekilde Kürt beyleri insiyatifiyle kırılmış olan Süryanilerin, hesap sorma adresi Türk devletidir. Belki o işbirliği sürecinin ardından Türklerle beraber yada ayrı, federatif yada bağımsız bir Kürdistan kurulmuş olsa, onu da muhatap alma durumları olurdu. Nihayeti yok edilen halklardan geriye kalanlar vatanlarını da yitirmiş, soykırım öncesi Kürtlerin olduğu kadar onların da yurdu olan topraklar, bütünüyle ve rahatlıkla, hem de ezelden beri Kürdistan sayılabilir olmuştu.
Bu noktada o geçmişle yüzleşmenin diğer esaslı çekincesini görebiliriz. Kürt milliyetçiliği ve tarih yazımı bu alanda soykırımın sonuçlarından pekala istifade etmiş ve halen de etmektedir. Evet Ermeni halkına mezar edilen Batı Ermenistan siyasi ve hukuki olarak Kürdistan’a dönüşemedi, yine Türk devletine kaldı. Ama demografik ve kültürel olarak geçmişte olmadığı kadar Kürdistan hüviyeti kazandı. Sürem sınırlı olduğu için Ermenistan ile Kürdistan’ın tarihsel geçmişlerine girmeyeceğim. Yalnız şu kadarını söylemeliyim: Van gölü çevresi dahil Doğu Toroslardan yukarısı uzak geçmişte bir dizi Ermeni devlet oluşumuna sahne olduğu gibi, hâkimiyet kuran Helenistik ve İrani imparatorluklar tarafından da Ermeni satraplıkları olarak düzenleniyor ve Osmanlı dönemine kadar dünya alem tarafından Ermenistan olarak tanınıyordu. Osmanlı’nın hâkimiyetine girilen 16. yüzyılın sancak ve kazalara ait tahrir kayıtlarında görüleceği üzere buralardaki nüfusun çoğunluğu Ermeniydi. Soykırım arifesine kadar aleyhte etkenlerle bu durum ne kadar değişse de, Kürtlerle aşağı yukarı eşit denecek bir Ermeni yoğunluğu yine mevcuttu. Ama nüfus istatistikleri Müslümanları tek blok halinde saydığı için Ermeniler her yerde azınlık görünüyor, Kürtlerin ise Müslüman çoğunluk içindeki oranları belirsiz kalıyordu. İki halkın yaşam alanlarının fazlasıyla iç içe geçtiği son dönem Batı Ermenistan ile Kuzey Kürdistan neredeyse aynılaşmış, net çizgilerle ayrıştırılması imkansız hale gelmişti. Ortak özerklik yada federasyon oluşturma imkanı olsa yöreler özgülünde nüfus dengelerine göre karmaşık bir düzenleme gerekecekti. Sonra Ermeniler buharlaşır gibi ortadan kalkınca bu gerçeklik unutulur oldu.
Kürdistan tarihini yazmaya girişenler bütün o bölgelerin ezelden beri Kürtlerin yurdu olduğunu anlatmaya koyuldular. Yazılan kitapların çoğunda Ermenistan hiç anılmayacak, satır aralarında güçlükle rastlanan Ermenilere dair değiniler ise cehalet, önyargı ve küçümseme ürünü olacaktı. Bu durumun istisnaları, yani tarihteki Batı Ermenistan’ı ifade edebilen Kürt aydın ve yazarları bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az oldu. Bu konferansa davetli olan, fakat gelemeyen değerli dostumuz Mete Kalman, 1990’lı yıllarda yazdığı kitabının başlığına yürekli şekilde jenositle birlikte bu ülke tanımını yansıtmıştı. Daha sonra bir diğer değerli Kürt araştırmacı Recep Maraşlı benzer şekilde 1915 Soykırımına ilişkin kitabında Ermenilerin tarihsel uygarlığı ve yurduna dürüst yaklaştı. Politik ve kültürel tarih incelemelerinde benzer duyarlılığa sahip olan Dr. Ali Kılıç, Gürdal Aksoy gibi başka örnekler sayabiliriz. Bu hasleti gösterebilen Kürt aydınları, 1915’in sonuçlarından siyasal olarak yararlanmayı reddetmek gibi çok önemli bir fark ortaya koydular. Bu erdemi gösteremeyenler ise bizim eleştirilerimize ateş püskürüp tarihsel Ermenistan’ı daha bağnaz biçimlerde inkar ettiler, “bu topraklarda Kürtlerin hancı, Ermenilerin olsa olsa yolcu” sayılabileceğini söylediler. Hatta 1960-70’li yıllarda Kürt davasını savunmuş olmakla övünen birisi, “1071’de Kürtlerin Alparslan öncülüğündeki Türklerle birlikte bu toprakları Ermeni ve Haçlı işgalinden kurtardığı”nı dahi savunabildi. Bu söylemde görüleceği gibi, Ermeni meselesinde açık yürekli ve hakkaniyetli olmayan yaklaşımlar Kürt ulusal kurtuluşuna da hizmet etmeyip, iki halkı peş peşe mağdur eden Türk hegemonyasına yarıyor.
Ben burada 1915’in diğer istifade edilen sonuçlarına, yani maddi zenginlik ve mülklerin üstüne konma olayına girmedim. Bunun önemsiz olduğundan dolayı değil, kendimce daha önemli ve kollektif gördüğüm manevi çekincelere odaklanmayı tercih ettiğim için. Ama görece daha şahsi olan çıkar duyguları da sorgulanmalı. Kürt ulusal hareketinin kadro ve taraftarları bundan muaf değildir. İşte Süryani manastırlarının mülkiyetindeki topraklar meselesinde defalarca görüldü ki, AKP’liler gibi BDP’li bazı şahsiyetler de gasp edilmiş arazilerin iadesine ayak diriyor, çıkarlarını sürdürmek istiyorlar. Şimdi 1915’in adaleti sağlanmaya başlasa, dışardan çok sayıda Ermeniler ve Süryaniler ana yurtlarına dönüp yerleşmeyi denese, bunun ne kadar içtenlikle ve dostane karşılanacağı, ne kadar yer açılacağı ve rahat verileceği çok şüphelidir. Halkların kardeşliği, çok kültürlü birlikte yaşam gibi söylemler, öz dedelerinin gasp edilimiş topraklarına gelecek olanlara onların haklarını teslim etme noktasında ne kadar pratik işleve sahip olacaksa o kadar samimi görülebilir.
Kürt hareketinin, siyasi kurumları ve önde gelen isimleriyle bu konuda kendi pozisyonunu da sorgulayıcı daha açık yürekli yaklaşımlar göstermesini temenni ediyorum. Son 24 Nisan vesilesiyle Yeni Özgür Politika’da yer verilen “Kürtlerin 195 ile İmtihanı” başlıklı bir yazı hareketin içinden bu alandaki sorgulayıcılığın geliştiğine delalet eden çok umut verici bir örnektir. Burdur Cezaevinde tutuklu Sadık Aslan bu yazısında 24 Nisan anmalarına sembolik katılımların yetmediğini, “milyonlarca Kürdün kurumları olarak, Kürtlerin 1915’teki payları için kurumsal özür dilenmesi gerektiği”ni anlatıyor. “1915’in mirası üzerine kurulan Cumhuriyet’i sahiplenme ve ‘Asli kurucu ögeyiz’ söylemleri terkedilmelidir” diyor. Hristiyan halklara karşı Kürtler arasında da devam eden nefret ve önyargılarla etkili mücadeleyi salık veriyor. Onun da belirttiği gibi, böyle bir sorgulayıcılık ve değişim, Kürtleri çok daha etkin bir demokrasi aktörü yapar. Tersi olan, sembolik kalan, tutarsızlık arzeden tavırlar ise bir yere götüremez.
1915’in 100. yılında bu durumun değişmesine yönelik daha güçlü çıkışlar olmasını dileyerek sözlerimi tamamlıyor, gösterdiğiniz dikkat için hepinize çok teşekkür ediyorum.