Herbert A. Gibbons: ERMENİSTAN’DAKİ SON KATLİAMLAR

HERBERT ADAMS GIBBONS (1884-1934) Amerikalı hukukçu, uluslararası iliş­kiler uzmanı ve felsefe doktoru. 1908 – 1913 yıllarında “New York Herald” Gazetesi muhabari olarak Türkiye ’de bulunmuş, ayrıca Tarsus Amerikan Kolejinde öğretmenli yapmış­tı. Ermeni katliamlarının görgü tanığıdır. 1916’da “Yakın Çağ Tarihinin En Kara Sayfası: Ermenistan Olayları; Belgeler ve Sorumluluk” başlıklı kita­bını New York’ta yayınlamıştır. O, bu kitabında Türk hükümetinin Ermenileri yeryüzünden silme girişiminde amaçladığı hedefleri tüm açıklığıyla ortaya dökmektedir. Kitap 1917’de Ermenice ve Rusçaya, sonra da Fransızcaya çevrilmiştir.

1921 ’de Gibbons Fransa ’nın Kilikya ’da izlemiş olduğu Türk yanlı­sı politikayı şiddetle eleştirmiştir. Kendisi aynı zamanda “Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu ”, ‘Avrupa’nın Yeni Haritası” araştırmalarını da kaleme almış bulunmaktadır. Onun “Yakınçağ Tarihinin En Kara Sayfası ”Kitabından (“Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeni Soykırımı”, Yerevan, “Hayastan” yay., s. 530-538) bir bölüm sunuyoruz. Kitabın 1917’de yayınlana Rusça tercümesinin ilk kısmını da sun­makta olduğumuz bölüme eklediğimizi ayrıca belirtelim.

ERMENİSTAN’DAKİ SON KATLİAMLAR

1908’den 1913’e kadar ben Türkiye’nin Avrupa ve Asya toprakla­rını dolaşma, Osmanlı memleketinin kaderini etkileyen ünlü şahsiyet­lerle tanışma, beş yıl boyunca insanlara çağdaşlaşma ümitleri aşılayan tarihi gelişmelere tanık olma gibi istisnai bir fırsat yakalamıştım…

Yeni iktidarın onuruna İzmir’de, Konstantinopol’de, Beyrut’ta düzenlenen coşkulu törenlere bizzat katılarak, Hıristiyanlarla Müslüman unsurlar arasında gözlenen dayanışmayı şahsen müşahede ettim.

Hıristiyan ve Müslüman din adamları birbirlerini selamlamakta ve bir bayram havası içinde sokaları aynı faytonla birlikte dolaşmaktaydı.

Türkiye’ye gider gitmez ben Ermeni ahaliyi yakından tanıyabil­miş, onların Jön Türklere ve yeni iktadara olan tutumunu öğrenme­yi başarmıştım. Ermenilerin coşkulu bağlılıklarına Kilikya ve Kuzey Suriye’deki 30 bin sivil ahalinin katliyle nasıl bir karşılık verildiğini 1909’un Nisanında ben kendi gözlerimle Adana’da gördüm. Ben onların ruh halini katliam öncesinden izlemekteydim, masum kanlan gözümün önünde akıtıldı, kan akışı dindikten sonra da ben farklı yöre­lerde yine kendileriyle birlikte olma fırsatı yakaladım.

Bu gibi konularda “bilgi sahibi olmadığım” veya “bilmediğim konularda dışarıdan fikir yürütemeyeceğini” gibi ithamlardan kaçın­mak için, ben bilinçli olarak kendi adımı ön plana çıkarmamaya gay­ret ediyorum. Ayrıca, şahsi deneyimlerim bende, Türkler ve dostlarının Ermeni Meselesinden bahsederken, sürekli gerçekleri inkar etmek için bilgisizlik ve konuya malik olmama türünden gerekçelerin ardına sak­landıkları kanaati uyandırmıştı. Bundan dolayı da kitabımda sunulan tüm verilerin sadece gerçeği yansıttığını, bu verilerle ilgili olarak ifade ettiğim fikirlerin yıllar süren gözlemlerimin ürünü ve araştırmalarımın sonucu olduğunu, bundan kimsenin şüphe etmemesi gerektiğini açıkla­mayı bir borç bilmekteyim.

1915’in Nisanında Osmanlı hükümeti Ermeni halkının topyekun imhasına ilişkin itinayla hazırladığı planı tüm Türkiye sathında yürür­lüğe koydu. Altı ay zarfında bir milyon Ermeni katledildi. Bu katliam, katledilenlerin sayısı ve imha yöntemleri bakımından Yakınçağ tarihin­de daha önce eşine rastlanmayan bir ilkti.

1914’ün son baharında Osmanlı hükümeti, seferberlik ilan ederek, Müslümanlarla birlikte Hıristiyanları da silah altına almaya başladı. Altı ay boyunca Ermeniler Türkiye’nin her yerinde askere çağırılmaktaydı. Bedel ödeyenler muaf tutuluyordu. Ancak birkaç hafta sonra bedelli askerlik kanunu dikkate alınmayıp, bedel ödeyenleri de çağırmaya baş­ladılar. Kostantinopol’e yakın yörelerde oturan Ermeniler, özellikle de gençler, Balkan savaşında olduğu gibi, hareket ordularına tayin edil­mekteydi. İleri yaşta olanlarla ücra kazalarda ikamet edenler ise istih­kam, demiryolu ve karayolu inşasında çalıştırılmaktaydı…

Nisan 1915’te Kostantinopol’den Küçük Asya’daki mahalli idari makamlara, eldeki bütün imkanlarla, Ermenilerin muhtemel isyanı­nın “önceden” bastırılması ve bastırmaya yönelik gerekli tedbirle­rin alınmasına ilişkin yazılı emir gönderildi. Bu emirde Ermenilerin İmparatorluğun güvenliği açısından tehdit oluşturdukları, dolayısıyla devleti tehlikelerden korumak için iç düşmanı etkisiz hale getirecek sıkı tedbirlerin harfi harfine uygulanmasının gereği vurgulamaktaydı.

Bazı idareciler cevaben Ermenilerin tavrında şüpheye mahal vere­cek bir şey görmediklerini bildirerek, hükümete genç ve dinç kesimin silah altına alınmış olmasından dolayı Ermenilerin her hangi bir tehdit oluşturamayacaklarını hatırlatmıştı. Demek ki, bazı Türkler vicdan ve merhamet duygularını henüz tamamıyle kaybetmemişti. Ancak bu tür itirazlar kısa bir süre sonra kesildi, mahalli idarecilerin büyük bir kısmı Kostantinopol’ün isteklerini şevkle yerine getirmeye koyuldular. Böylece, Ermeni kıyımı yeni bir döneme girmiş oldu.

Başlangıçta talimatların mümkün olduğu kadar sorunsuz yerine geti­rilmesi için, hala köy ve şehirlerde kalmış Ermeni erkek nüfus önceden özenle belirlenen uygun yerlere, özellikle de şehir dışına çağırılmakta, çağırılanlar ise, kaçmamalar için, zabıta tarafından itinayla denetlenmekteydi. Bu konuda kimseye göz yumulmuyordu. Tayin edilen yerde belirli sayıda Ermeni erkeklerin toplanması üzerine, hepsi kılıçtan geçiriliyordu… Genelde bu uygulama küçük şehir ve yerleşim birimlerinde yapılmaktaydı. Daha büyük idari merkezlerde ise Kostantinopol’den alınan talimatı bu denli kolay, rahatça yerine getirmek her zaman müm­kün olmayabilirdi. Bu nedenle Ermeni ileri gelenler sokak ortasında veya kendi evlerinde öldürülmekteydi. Aynı uygulamanın iç kesimdeki vilayetlerde yapıldığı durumlarda, Ermeni erkekler zabıta gözetiminde başka şehirlere sevkediliyordu. Birkaç saat geçmeden muhafızlar geri donuyordu, tabi yanlarında esirleri olmadan. Deniz kıyısındaki şehir­lerde ise Ermeni erkekler, sandallarla başka limana gönderilmekteydi. Ancak, sandallar, her ne hikmetse boş olarak, çabucak geri dönüyordu.

Yol inşasında çalıştırılmak için askere alman Ermenilerin isyanını önlemek maksadıyla, onları 300-500 kişilik gruplara ayrmakta ve her grubu diğerinden birkaç kilometre mesafede tutmaktaydılar. “Ermeni isyanım bastırmakla” görevli Türk ordusuna ait düzenli birlikler kazma, kürek ve küsküyle çalışmakta olan bu gruplara ansızın saldırmakta, göz açmalarına fırsat vermeden, hepsini kurşunlamaktaydılar. Her hangi biri kaçacak olursa, Türk süvariler derhal peşine düşüp ya kılıç darbele­ri ya da ateş ederek işini bitiriyordu.

Ermeni erkek nüfusunun yarısını böylece tasfiye eden Türk hükü­meti bu kadarla yatinmedi. Zira Osmanlı İmparatorluğu için yaşlılar, kadın ve çocuklar da tehdit oluşturmakta olup, Ermeniler Türkiye’de son ferdine varıncaya dek imha edilmeliydi. Ancak bu yapılırken, Washington’daki Türk sefiri ile Alman gazetelerine, bundan önce oldu­ğu gibi bundan sonra da: “Sadece elerinin kanı henüz kurumadan suç üstü yakalanan isyancılar ya da Türk hükümetine ihanet eden hain­ler katledilmektedir, kadın ve çocuklara dokunulmamıştır” diyebilme imkanı da sağlanmalıydı, ama nasıl? Talat Bey yeni bir eylem planı hazırlamak suretiyle, buna çare bulmakta gecikmedi…

Mayıs ayından Ekime kadar Osmanlı İmparatorluğu’nda, korkunç katliamlara dahi taş çıkartacak, şeytani bir plan yürürlüğe konuldu. Küçük Asya vilayetlerine, Ermeni ahalinin Mezopotamya’ya sürül­mesine ilişkin emirler gönderildi. Bu emirler kesin ve kapsamlıydı. En ufak yerleşim birimi dahi göz ardı edilmemişti. Tellalar, tayin yerini belirtmeksizin, tüm Ermenilerin falanca saatte sevkiyata hazır olma­larını yüksek sesle duyurmaktaydı. Hastalara, yaşlılara hatta hamile kadınlara bile müsamaha gösterilmiyordu. Sadece zengin tüccarlar, gözel kadın ve kızlar, İslamı kabul etmek suretiyle, herkesi bekleyen bu akıbetten kaçınabilirdi, bu yola baş vuranların sayısı çok sınırlı kalmış olup, bunu Ermenilerin şeref defterine kaydedebiliriz. Yola koyulacak­lara, hazırlanmaları için, iki gün ile altı saatlik bir süre tanınmaktaydı. Yanlarına her hangi bir eşya, evcil hayan, hatta fazladan üstbaş alma­ları yasaktı. Sadece herkesin taşıyabileceği kadar yiyecek ve yatacak almalarına izin veriliyordu. Ve onlar üç ile altı hafta boyunca yayan yol alarak, kızgın güneş altında kavrulan çölleri, karlı dağ geçitlerini aşmak durumunda kaldılar.

Tehciri için henüz emir çıkmamış Hıristiyan köylerinden geçerken, köy sakinlerinden yiyecek veya her hangi bir şekilde yardım almalarına izin verilmiyordu. Hastalar, yaşlılar ve çocuklar bir daha kalkmamak üzere yol kenarına yıkılıp, kalmaktaydı. Sancıları tutan hamile kadın­ları ise doğum anma kadar süngü tehdidi ve kırbaç darbeleriyle iler­lemeye mecbur ediyor, sonrasında kanamadan ölsün diye tek başına yolda bırakıyorlardı. Az çok güzel kızları haremlerine almaktaydılar… İntihara cesaret edebilenler hayatına son veriyordu. Çılgına dönmüş anneler, çehennem azabından kurtulmaları için çocuklarını nehre atı­yordu. Yüz binlerce kadın ve çocuk açlık, susuzluk, takatsizlik nedeni ve utancında ölmekteydi.

Yola çıktıklarında sevkolunanlarm sayıları günbegün, yolun son­larına doğru her gün, her saat başı azalmaktaydı. Bu mazlumların en çok arzuladıkları şey ölümdü, sonu bir türlü gelmek bilmeyen yol en zinde olanları bile dermansız bırakmış, umutlar ise tamamen sönmüştü. Yoldan sapmaya yeltenenler, hiç bir ayrım gözetmeksizin, anında kılıç­tan geçiriliyor, ya da olduğu yerde kurşunlanıyordu…

İşte, Küçük Asya’da “Ermeni ihtilalinin” kökünün kurutulması, bu yöntemlerle sürdürülmekteydi. Bu satırları henüz yazmıştım ki, yıllar­dır tanıdığım bir İngiliz bayan ziyaretime geldi. Kendisi Adana’dan bir ay önce dönmüştü. Anlattıkları başkaları tarafından da doğrulanmaktadır. Tanıdığım bu İngiliz bayan bakın neler anlattı: “Ermenilerin zorun­lu tehciri sürüyor. Bu bedbahtlar Adana üzerinden ölüm yoluyla iç vila­yetlerden Bağdat demiryolu güzergahına sürülmektedir. Demiryolunun olduğu yerde, bundan faydalanarak, imha işini hızlandırmaktalar. Demiryolu henüz döşenmemiş ücra vilayetlerden yapılan olağan sevkiyatın seyri, vicdansız cellatlara pek öyle hızlı gelmiyor. Ah…keşke onları, Abdülhamid’in yaptığı gibi, öldürmüş olsalardı. Ben Adana tren istasyonunda, çocuklarını vagonun penceresinden aşağı sarkıtarak, yaş­lı gözlerle onlara bir yudum su vermemiz için yalvaran Ermeni anaları kendi gözlerimle gördüm. Ekmek istemeyi çoktan unutmuş, sadece ve sadece su istiyorlardı. İstasyonda çeşme vardı, içecek su vermek için diz çöküp, Türk jandarmaya yalvarıyordum ki, tren kalktı. O bedbahtların yürekleri dağlayan feryadı hala kulaklarımda. Maalesef bu istisnai bir vaka değil. Aynı şey her gün tekrarlanmakta. Vikont Bryce kurbanların sayısını 800 bin olarak belirlemişti. Şimdi artık bir milyona ulaşmıştır. İnsanın vahşi havana bile bu tür ölümü reva görebileceğini tasavvur etmek mümkün müdür?”

Washington’daki Türk sefiri ise bütün bunların bir hayal ürü­nü olduğunu, Türklerin kadın ve çocukları asla öldürmediklerini açıklamaktadır.

Amerikan Komitesinin Ermeni katliamlarına ilişkin raporunu değerlendiren Türkiye’nin New York konsolosu Celal Münif Bey: “Her ne kadar bu olaylar üzücü de olsa, biz diyoruz ki, bunların sorumluları Ermenilerdir” açıklamasında bulunmuştur. Cemal Münif Bey ardından da Ermenilerin ihtilale kalkıştıklarını, Türk askerlerinin onları ülkedeki meşru hükümete karşı gelmeleri durumunda, ellerinin kanı henüz kuru­madan yakalayınca, öldürdüklerini anlatmış.

İşte Türkiye’deki Ermeni katliamına ilişkin olarak devamlı veri­len izhat. Biz ise bunu dahal895-96’da, 1909 da duymuştuk. 1915’te yine duymaktayız. Fakat izahatin doğruluğunu kanıtlayan bir gerekçe gösterecek bir de hala çıkmış değil. Ayrıca bu açıklamaların her hangi bir dayanağı olmadığı açıkça ortada, dolayısıyla hiç bir şekilde dikkate alınamaz…

Eğer son kıyım ve tehcir sırasında Ermeniler, 1909’da Adana’da olduğu gibi, bazı durumlarda ev ve ailelerini korumak için silaha baş vurmuşsa, bu Osmanlı hükümetinin kendilerini kandırdığı ve imha edilmelerine ilişkin karar aldığı kanaatine varmalarından dolayıdır. Bununla berabar, İstanbul hükümeti, Adana’daki gibi, kendilerini yobaz Müslümanlardan koruyacağına ve himayesi altına alacağına dair yeni vaatlerde bulunduğunda, onlar yeniden bu vaatlere inanmaya hazırdı. Ve her seferinde onları aldatmaktaydılar, unutulmaması gereken bir nokta da benim bu sözleri, görgü tanıklarının ifadelerine dayanarak söylemiş olmam. Ayrıca Ermeniler vaatlere kanıp, silahlarını bırakır bırakmaz, Osmanlı hükümet temsilcileri verdikleri sözü çiğneyip, onla­rı öldürüyorlardı.

…Böylece, eş zamanlı olarak, tüm Türkiye sathında Ermenilerin kıyım ve tehcirinin, Kostantinopol’den verilen talimatlar doğrultusunda planlı bir şekilde uygulandığını, tüm sorumluluğun da Osmanlı Türk hükümet yetkililerine ait olduğunu belirtebilirz. Nisan 1915’ten Kasıma ayına kadar kesintisiz uygulanan Ermeni kıyım ve tehcirinin, birisi tara­fından en ince teferruatına kadar düşünülmüş bir program dahilinde ve belirli maksatlarla birinin emriyle gerçekleştirildiği açıktır. Acaba bu program kimin zihnine doğdu? Yürürlüğe koyma emrini kim verdi? Hangi maksatla?

Program fikri hiç de yeni olmasa gerek. Biraz önce belirttiğimiz üzere, samimiyetlerine inanmak ve Meşrutiyet ilanının ülkeye tam anla­mıyla meşruti idare getireceğini sanmakla, Ermenilerin Jön Türklerde sadece nefret ve kuşku uyandırmıştı. Adana katliamı Ermenileri imha etmenin ilk provasıydı, bunu da iktidarı Abdülhamid’den gaspederken onun uygulamalarını miras kabul edenler yaptı. Ben akılları, fikirleri fazlaca yerinde olan Jön Türklerini “Ermeni Meselesinden kurtulmanın yolu Ermenileri bertaraf etmekten geçer” ifadesini inanarak, sürekli tekrarladıklarını defalarca daha o zamanlar duymuştum. Adana’da başla­tılan Ermeni katliamını nihayi sona erdirme fikri, altı yıl boyunca siya­setin yönünü belirleyen unsur oldu. Ardından bu fikri yürürlüğe koyma fırsatı doğdu. Jön Türkler bu fırsatı derhal tereddütsüz değerlendirdiler.

İtilaf güçleri Çanakkale’yi kuşatma altına alınca, Kostantinopol’de herkes, çoktan verilmiş olan, ancak Bab-ı Ali ile Harbiye Nezareti kalem müdürlüklerinde bir süre alıkonan Ermeni ulusunun ölüm fer­manını infaz etmenin zamanı geldiğini anlamıştı. Alman sefaretinin durumu bilmediğini, Talat Bey’in ise Bay Wangenheime rapor etmeden emirler verebileceği ihtimal dahilinde olabilir mi? Kostantinopol’deki resmi temsilcileri programa ilişkin rapor sunmayı ihmal etmiş olsalar dahi, Berlin’deki Alman hükümeti Türk programından nasıl haberdar olmaz, bu mümküm mü?

Türk Sultanının tebaası olan bir buçuk milyon masum Hıristiyanın katliamı, önceden planlanmış olup, Kostantinopol’ün talimatı gerçekleştirilmiştir. Kostantinopol’de Ermenilerin katil ve tehcirine ilişkin emrin çık­masını, kendi hükümetinin desteğini alması durumunda, tek bir keli­meyle engelleyecek kişi Alman sefiriydi. Katliamın ilk haftalarında Sefirin durumu henüz kavrayamadığına ihtimal dahi versek, Yakınçağ tarihini en kara sayfası olan bu olayları Almanya’nın nüfuzunu devreye sokmak süretiyle, henüz iş işten geç­meden durdurmak, onun manevi borcuydu.

Katliamlar öncesinde Almanya’nın Ermenilere destek olmayı red­detmesi, acaba bu devleti, silah kullanmak, aç ve susuz bırakmak, şid­dete maruz bırakmak, vahşetin hedefi haline getirmek suretiyle bir mil­yon insana karşı işlenen cürüm ve cinayetlerin suç ortağı yapmaz mı?

Türkiye’nin Asya kesimindeki büyük şehirlerden birinde, şahsen tanıdığım Amerikalı bir misyoner, Alman subayının Türk topçu batar­yalarını sivil Ermeni ahaliye bizzat yönelttiğini kendi gözleriyle gör­müş. Alman konsoloslar en az iki ayrı yerde daha Ermenilerin katil ve tehcirini hedefleyen Türk politikasını desteklemiştir…