Fridtjof Nansen: Kandırılmış Halk

FRIDTJOF NANSEN (1861 – 1930) Norveç’in dünyaca ünlü okyanus araştırmacısı, kutup kaşifi ve hümanist. Ermeni halkının yüce dostu.

1882 ’de “Viking” gemisiyle Arktik’e yapılan ilk keşif seferini gerçekleştirmiş­tir. 1888 ’de Grönland seferine başkanlık etmiştir. Beş yıl sonra “Fram” gemisiyle Kuzey Kutbuna yeni bir sefer düzenle­miştir. 1900’de Kuzey Buz Denizindeki araştırmalara katılmış olup, 1902’de ise Kristiana’da (kendisi buradaki üniversitenin tabiat bilgisi bölümün­den mezundu) Okyanus Araştırmaları Merkezini kurmuştur. 1913’te “Korekt” gemisiyle Kuzey Buz Denizi’nden Yenisey gezisine çıkmış, oradan da Uzak Doğu ’ya ulaşmıştı.

Barometre ve aerometrenin mucididir.

1922 ’de Nobel Barış Ödülüne layık görülmüştür.

Birinci Dünya Savaşı sonrasında, büyük hümanistin gayretle­ri sayesinde, Ermeni mültecilere (yaklaşık 320 bin kişi) “Nansen Pasaportu ” verilmiştir. Milletler Cemiyeti ’nin sorumlu görevlilerinden olan Nansen, Ermeni mültecilerin (7 bin kadar) Sovyet Ermenistanı ’na yerleşmesini sağlamıştır.

1925’te Nansen başında bulunduğu komisyonun üyeleriyle Ermenistanı ziyaret etmiş, mazlum halkımızın ekonomik ve kültürel alandaki başarılarına şahsen tanık olmuştur.

Onun 1927’de Norveç dilinde basılan “Ermenistan’da” baş­lıklı kapsamlı eseri İngilizce ve Fransızca olarak “Ermenistan ve Orta Doğu”, Almanca olarak da “Kandırılmış Halk” başlıklarıyla yayımlanmıştır.

Onun “Gece Karalığında ve Buzllar Arasında” iki ciltlik eseri, kendisi henüz hayattayken Ermenice yayınlanmıştır(l927’de). “Fram Kuzey Buz Denizi’nde” eseri 1958-59’da, “Ermenistan ve Orta Doğu “kitabı ise 1993’te yine Ermenice olarak yayımlanmış bulunmaktadır. Nansen ’in “Aldatılmış Halk” eseri Ermenistan’da Evelina Makaryan ’ın tercümesiyle 2000 ve 2009’da olmak üzere iki kez basılmıştır.

Nansen ’in faaliyetleri hakkında M. Arzumanyan ve F. Bakhçinyan imzalı iki ayrı araştırma da yayınlanmış bulunmaktadır.

Yerevan, Armavir ve Dilican ’da Nansen ’in adını taşıyan okullar, Spitak’ta bir hastane, Gümrü’de çocuk yuvası, Yerevan’da park, yine Yerevan, Spitak ve Stepanavan ’da sokaklar mevcuttur. Bu büyük hüma­nist ayrıca Yuri ve Ruben Yerznkyan ’ların belgeselfilmine konu olmuştur, bunun yanı sıra Ermenistan ’da Nansen Vakfı faaliyet göstermektedir.

“Kandırılmış Halk” kitabından bazı bölümler (s. 252-261, 267- 268, 273) sunuyoruz.

 

DÜNYA SAVAŞINDA ERMENİLER

Savaş sırasında Türklerin Küçük Asya’da, Suriye ve Mezopotamya’da Ermenileri tenkil ve imha ettiklerine dair elimiz­de görgü tanıklarının kayıtları mevcuttur. Bu tanıklar Amerika’nın, Almanya’nın ve Danimarka’nın çeşitli temsilcilikleri ile kuruluşlarının üyesi olup, mensubu oldukları kuruluşlar söz konusu ülkelerde şube­leri vasıtasıyla faaliyet gösteriyorlardı, aynen Küçük Asya’da Alman konsolosları ile subaylarının göstermiş oldukları gibi.Söz konusu kayıt ve belgeleri Ermeni halkının samimi dostu, Alman Dok. Johannes Lepsius toplamış ve Podstam’da “1914 – 1918 Yıllarında Almanya ve Ermenistan: Diplomatik Toplu Belgeler” başlığıyla yayınlamıştır. Hakikiliği şüpheye mahal venneyen bu belgeler anlatımlarımıza esas teşkil etmektedir. Bu arada Alman sorumluların, ittifak içinde bulun­dukları Türkleri olduğundan daha çok karalama arzusuna kapıldıkları gibi bir yanılgıya düşmemeniz gerekir, sadece şartlar Ermenilerin için­de bulundukları durumu layıkıyla ifade etmelerine imkan tanımıştır (1).

Ermeni halkının tenkiline, Abdülhamid ’ in tertiplediği katliamlardan kurtulan ve başına buyruk olmayı hala sürdüren Kilikya ile Zeytun’da başlandı. Mart 1915’te Zeytun’a, çevrede faaliyet gösteren çeteleri (bun­ların içinde asker kaçakları vardı) etkisiz hale getirme bahanesiyle 4 bin asker sevkedildi. Sonuçta Zeytun Ermenilerinin tümü, 10-20 bin kişi tehcir edilip Konya Vilayetindeki bataklık bölgeye, Fırat Havzasındaki Arap çöllerinde yer alan Deyr ez-Zor’a sürüldü. 1909 Katliamlarında nefsi müdafaaya geçmiş olan Dörtyol köyü erkeklerini toplayıp, yol inşaatında çalıştırmak üzere Halep’e gönderdiler. Köylerde casusluk yapanları bulup, tutuklama bahaneleri daima farklı maksatlar gütmüş­tür. 1909 katliamlarını atlatmayı başaran Suedya yöresideki ahali de yine tehcir emri almış, fakat emre itaat etmeyip, sahil şeridinde bir dağa sığınarak, ellerinde mevcut önemsiz miktardaki cepaneyle birkaç hafta sayıca kendilerinden üstün Türk birliklerine karşı koymuş ve bu direniş Fransız deniz kuvvetlerine ait gemilerin onları farkedip hepsini, kadın, erkek, çocuk olmak üzere 4 bin 53 kişiyi kurtarıncaya kadar sürmüştür.

Ermeniler en gaddar eziyete Doğu Anadolu’da maruz kaldılar. Kadın ve çocuklari erkekler silah altındayken tehcir edildi. Tehcire tabi tutulanların çektiği meşakkat korkunçtu.

Van’ın sözde isyanı, Türkler tarafından Ermeni ihanetinin gerçek kanıtı olarak, istismar edildi. Bu açıdan, doğru ve güvenilir tanıklıkla­rından dolayı olayları yerinde gözlemlemiş olan Amerikalı ve Alman misyonerlere minnettarız. Şubat, 1915’te Enver Bey’in yakın olan Van valisi Cevdet Bey, bir toplantıda Türklere: ”Biz Azerbaycan’da’ Ermenilerle Suryanilerin hakkından geldik, şimdi aynı şeyi Van’da yapmalıyız” diye seslenmişti. Ordunun ihtiyacı için araç gereç topla­mak bahanesiyle, Ermeniler son haddine kadar yağmalandı. Köylerde çiftçiler, Kürtlerle jandarmanın şiddet ve yağmalarına maruz kalıyor­du. Nisanın 14’de Şatakh’ta jandarma ile çatışma çıkmıştı. Cevdet Bey, güya Ermenileri yatıştırmak için, üç Ermeninin eşliğinde tanınmış Ermeni liderlerinden birini oraya göderir. Ancak yolda, onlar uykuday­ken, alçakça öldürtür. Ayrıca kandırmak suretiyle başka bir Ermeni ileri gelenini de (Nisanın 16’sında) makamına çağırır, tutuklatır ve hain­ce katleder. Ertesi gün Van’ın Ermeni mahallelerine saldırılar düzen­ler, Arçeş ve Hayots Dzor köylerinde ise katliamlar başlar. Van’da Ermeniler evlerini ve ailelerini savunmak için önlem alır. Bunun üze­rine vali orduda silah altına almak için 3 bin kişi toplamalarını emre­der. Askere alınmanın ne demek olduğunu çok iyi bilen Ermeniler, bu emre itaat edemeyeceklerini, zira sadece 400 kişi toplayacak durumda olduklarını, geri kalanının bedelini ise taksit taksit ödeyebileceklerini bildirirler. Vali bu öneriyi reddeder.

20 Nisan sabahı, birkaç Türk asker Ermeni kadınlardan birini kaçır­maya yeltenir. Duruma Ermeni askerlerin miidahelesi üzerine “Türk asker silahını çeker ve kadını vurur”. Alman misyoner Schporin ola­ya şahsen tanık olmuştur. Bunun üzerine karşılıklı ateş açılır. Şehrin Ermeni mahallesini çembere alan Türkler, başlarlar top ve tüfekle ateş yağdırmaya. Ermeniler savunmaya geçer. Gerçi ellerindeki tüfek ve tabanca sayısı ile mermi miktarı kısıtlıdır, ama yine de direnirler, bununla da kalmaz Türklerin cephanesinin tükenmesini de sağlarlar. Ermeniler bir yandan direnirken, diğer yandan da günde üç bin adet olmak üzere, mermi imal eder. O esnada Türkler, Kültlerin de deste­ğiyle Van çevresini yerle bir etmiş, köy sakinlerini kadı, erkek, çocuk demeden ya kesmiş, ya da suda boğmuş, evleri ise ateşe vermiştir.Bazı köyler öz-savunmaya hazır değildi, bazıları da ellerindeki son mermi tükeninceye kadar çarpıştı. Şehir içindeki yaralıların ve çevre köyler­den kaçanların binlercesi, yaralılarla birlikte akın akın Van’da faaliyet gösteren misyonerliklere sığındılar.

Şehrin kuşatılıp, ateş altına alınması dört hafta sürdü. Pazar günü, Mayısın 16’sında ise aniden durdu, Cevdet Bey ile Türkler bıra­kıp kaçtı. Rus ordusunun şehre yaklaşmakta olduğu anlaşıldı, fakat Ermeniler budan habersizdi. Mayısın 18’inde öncü birlikler şehre gir­di. Ermenilerle irtibat içinde olmadıklarından dolayı Ruslar şehirde ne olup bittiğini bilmiyordu.

Ermenilerin elindeki bilgiler şehre 12 bin top atışı yapıldığı­nı gösteriyordu, buna rağmen yıkımın boyutları pek ciddi değildi. Ermeniler 18 kayıp vermişti, çok sayıda da yaralı. Türklerin kayıpla­rı ise Ermenilerinkinde fazla olmamlıydı. Kısa bir süre sonra Rus bir­likleri kuzeye doğru çekildi (31 Temmuzda), böylece Van Vilayetinin tüm ahalisi, yaklaşık 200 bin kişi Rus Ermenistanı’na göçmek zorunda kaldı.

Enver Bey ve diğerleri Ermenilerin Van’daki öz savunmasını tüm dünyaya ilan ettiler. Berlin’e gönderdiği resmi bildiride Türk hükü­meti Van’da ayaklanan Ermeni çetelerin Türk ordusunun gerisinde Müslüman ahaliye saldırdığını, bu saldırıda Van Vilayetindeki 180 bin Müslümandan sadece 30 bininin sağ kurtulabildiğini yazmaktay­dı. Türkiye’nin Berlin Sefareti ise Ekim, 1915 tarihli bildirisinde:”En az 180 bin Müslüman katledilmiştir. Müslümanların intikam almala­rı kimseyi şaşırtmamalı” diye, eklemekteydi. Öldürülen 18 Türk’ün sayısı (fazla olması mümkün de değil) bir anda 180 bine fırlamıştı. Edepsizlik bakımından istisnai olan bu yalanın ardındaki maksat bel­liydi. İstatistiklere göre Van Vilayetinde 180 bin Müslüman yaşamakta olup, bunların 30 bini Türk, 150 bini ise Kürttü. Rus ordusunun ilerle­mesi üzerine Türkler batıya kaçarken, 150 bin Kürt yerlerinde kaldı, ne Ruslar, ne de Ermeniler onları tedirgin etmedi.

Van vakası Türklerin Ermenilere karşı tutumunun tipik bir örne­ğidir. Ermenileri isyancı ve hain olarak gösterebilmek için gerçekler keyfi bir şekilde tersyüz edilmiştir. Jön Türklerin Ermenileri suçlamak ve kendilerini haklı çıkarmak için öne sürdükleri diğer “kanıtlar” daaynı niteliktedir. Birleşik Alman İmparatorluğu’nun konsolosları rapor­larında halk ayaklanmalarından veya isyan hazırlığından asla bahsetmemektedirler. Zaten bu mümkün de olamzdı, zira Ermeniler silahsız­dı, erkekler ise büyük çoğunlukla farklı yörelerde silah altına alınmıştı.

Van’daki şiddet eylemlerine Ermenilerin silahla karşılık vermele­rinden birkaç gün sonra, 22 Nisan gecesi, Dahiliye Nazırı Talat Bey Kostantinopol’de Ermeni ileri gelenlerini, mebusları, öğretmenleri, yazarları, doktorları,hukukçuları, gazetecileri ve din adamlarını tutuk­latır. Ertesi gece yeni tutuklamalar yapılır ve yaklaşık 600 kişi sorgu­suz sualsiz Küçük Asya’ya sürülür. Talat Bey bu uygulamayı, içlerinde tehlikeli unsurların bulunabileceği varsayımıyla, emniyetin teminine yönelik bir tedbir telakki eder. Ayrıca tutuklananların kısa zamanda ser­best bırakılacakları vaadinde bulunur. Ancak sadece 8 kişi geri döner, o da bin bir türlü eziyetlere maruz kaldıktan sonra, diğerleri kayıplara karışır. Böylece kendi halkım savunabilecek olanlar kolaylıkla tasfiye edilir.

Daha sonra Türkler, kendi açılarından muhteşem bir fikir olan Ermeni tehcir planını “askeri bir zorunluluk” kaydıyla uygulamaya baş­larlar. Tehcir uygulamasıyla muharebe alanları, Belçika ve Fransa’da olduğu gibi, güvenilir olmayan unsurlardan arındılacaktır. Enver Paşa bu planın ayrıntılarını Almanya’nın Kostantinopol Sefiri Graf Hans Wangenheim’e şahsen anlatır ve “ayaklanan Ermeni bölgelerindeki kusursuz olmayan tüm ailelerin Mezopotamya’ya sürülmesi” gereğine vurgu yapar. 31 Mayıs, 1915’te Vangenheim durumu telgrafla Berline bildirirken, şu kaydı geçer: ”Enver bu konuda elini ayağını bağlamamı­zı bizden önemle rice etmektedir. Elbette, uygulamanın bedeli Ermeni halkı için ağır olacaktır. Bununla beraber, benim şahsi görüşüm, bizle- rin bu bedeli hafifletmesi, ama uygulamayı engellememesi yönündedir, çünki buna prensipte hakkımız da yok”.

Sefir Rusya’nın Ermenistan’da kışkırtıcı faaliyetlerde bulunduğuna ve “Türkiye’nin gelecekteki varlığını” tehdit ettiğine dair Türk hükü­metinin telkinlerine inanmaktaydı. Suçlamaların tamamen asılsız oldu­ğu, ancak sonradan anlaşıldı.

Tarihte bir eşine daha rastlanmamış cinayetler 1915’in Haziranında başladı. Kilikya, Anadolu ve Mezopotamya’nın tüm köy, kasaba ve şehirlerindeki Ermeniler ölüm yolculuğuna çıkarıl­dı. Arındırma önceden yapılan plana uygun olarak etap etap gerçekleş- tirilmekteydi. Arındırılan bölgelerin muharebe alanlarına yakınlığı, ya da yüzlerce km. uzak olması, hiç bir önem taşımamaktaydı. Ermeniler için hayat kaynağı olan her şey tahrip edilmekteydi. Erkeklerin büyük ölçüde askere alınıp, amele taburlarına sevkedilmelerinden dolayı evle­rinden atılanların ezici çoğunluğunu kadınlar, çocuklar, yaşlı ve özür­lüler oluşturmaktaydı. Toparlanmaları için onlara sadece birkaç gün ya da birkaç saat müddet verilmekteydi. Onlar mal varlıklarının tamamını, evlerini, arazilerini, tarlalarını, hayvanlarını, tahıllarını, eşya ve alet­lerini, Türk idari makamları tarafından gaspedilmesi için, olduğu gibi bırakmak zorundaydılar. Para, takı veya değerli eşyaya gelince, gerçi bunları, giyisiler de dahil olmak üzere, yanlarına almalarına izin veril­mekteydi, ancak yolda jandarma ellerinden alıyordu. Kağnıyla yola çıkma izni olanların kağnılarına da kısa bir süre sonra el konulmaktay­dı. Bedbahtlar köylerinden evlerini barklarını bırakarak atılmış, dağları, ovaları aşmak suretiyle Arap çöllerine sürülmekteydi, varacakları yerde açlıktan bitkin düşen bu umutsuz insan gruplarının kabulüne, karınları­nı doyurmaya yönelik hiç bir hazırlık önlemi alınmamıştı. Manzara yol boyunca da aynıydı, eğer bitkinlikten yığılıp, düştüğü yerde kalmamış veya öldürülmemişse, mutlaka açlıktan ölecekti.

Kafileler Maraş’a henüz varmiştı ki, aniden jandarma ve muha­fız müfrezesinin saldırısına uğradılar. Şiddet ve vahşet kaçınılmazdı. Erkeklerle erkek çocuklarını kafileden ayırıp katlettiler, kadın, çocuk ve yaşlıları ise aç, susuz tekrar yola koyarak olmadık eziyetlere maruz bıraktılar. Erzak, tabi eğer varsa, yetersiz ve berbattı. Kafileye ayak uyduraman, düşüp geride kalanları, olduğu yerde canım alıncaya kadar ölesiye kırbaçlıyorlardı. Açlık, susuzluk, hastalık nedeniyle gerçekle­şen ölüm ve öldürmeler nedeniyle kervanlar yola eriyip, tükenmektey­di. Genç kadın ve kızlar ya kaçırılmakta, ya da Müslüman ahali için kurulan köle pazarlarında satılmaktaydı. Henüz çocuk denecek yaştaki kızlar 20 piastr’a (yaklaşık 3 mark), kadınlar ise, çoğu kez çocuklarıy­la birlikte 5 piastr’a (80 fening) satılıyordu. Zaman zaman “milisler”, çeteler ya da Kürtler kervanlara saldırmakta, yağmalayıp, öldürmekte ve kadınların ırzına geçmekteydi.

Yabancı bir görgü tanığı, bu kervanların birer “nezaket kuralları­na uygun katliam aracı” olduğunu söylemişti. Aslında durum çok daha korkunç, yapılan muamele ise tam anlamıyla iğrençti. Caniler kurban­larını hemen öldürmeyip, insanlık dışı işkencelere tabi tutmakta, idari makamlar ise bu vahşeti “gerekli askeri tedbir” olarak nitelemekteydi. 1915 Haziranından Ağustosuna kadar, yılın en sıcak aylarında, kayıpla­rın en yoğun yaşanacağı bir zamanda, Ermenilerin yaşadığı tüm vilayet ve şehirlerden yola çıkarılan ölüm kervanları, ardı arkası kesilmedengüneye, çöllere doğru ilerlemekteydi. Durum Kostantinopol’de, İzmir ve Halep’te biraz farklıydı. Buralarda AvrupalIların varlığından çekin­miş olsalar gerek. İzmir’de tehciri Alman subayları engellemiştir.

Tehcir kervanlarının içinde bulundukları durumu anlayabilmek için bir Alman görgü tanığının ifadesinden bazı veriler aktaralım. Bu veri­lere göre, Harput ve Sivas’tan 18 bin kişi tehcir edilmiş olup, bunların sadece 35’i Halep’e ulaşmayı başarmış, Erzurum’dan sürgün edilen 19 bin kişiden ancak 11 ’i hayatta kalabilmiştir’. Lepsius ölüm kervanların­daki insanların ortalama üçte ikisinin yolda öldüğünü veya kayıplara karıştığını, sağ kalmayı başaranların ise Suriye ve Mezopotamya’ya bitkin bir halde ulaşmalarından dolayı, İstırap içinde oralarda can ver­diklerini belirtmektedir. Yolculuk genelde aylar almaktaydı. Ölüm yol­culuğunun sonunda bile zavallılara rahat yüzü verilmiyordu, onlar haf­talarca oraya buraya sürülüyor, toplama kamplarına yığılıyor, ardından kamplar boşaltıp, açlıktan veya bulaşıcı hastalıktan ölüme terkediliyor ya da belirli aralarla katliama uğratılıyordu. Karahumma almış yürü­müştü, yolda çürüyen cesetler havayı kirletmekteydi.

Birçok yerlerde valiler ve Türk idari amirleri tehcir bahane­si ardına gizlenme gereği dahi duymamaktaydı. Bunlar Nusaybin’de (1 Temmuz), Muş’ta (10 Temmuz), Malatya’da (15 Temmuz), Cizre’de (1 Eylül), Diyarbakır’da, Midyat’ta ve daha birçok yerde olduğu gibi, katliamı bulundukları şehirlerde tertiplemekteydiler. İnsanlık dışı işkencelerle mukayese edildiğinde, belki de bu daha makul sayılabilir. Almanya’nın Musul konsolosu; 10 Temmuz, 1915 tarihli telegrafında, Diyarbakır’dan Dicle Irmağı üzerinden sallarla Musul’a nakledilmekte olan 614 Ermeni sürgünün, kadın, erkek, çocuk demeksizin yolda katle­dildiğini bildirmekteydi. Onları taşıyan sallar Musula bomboş ulaşmış, Irmak ise akıntıda yüzmekte olan cesetler ve giyişi parçalarıyla kaplan­mıştı. Bu tür nakillerin sayısı bir hayli kabarıktır. 18 Haziran, 1915’te Almanya’nın Erzurum konsolosu, garnizonu olan Erzincan çevresin­deki yerleşim birimlerinde yapılan katliamları rapor etmişti. Düzenli orduya bağlı 86. süvari alayına mensup birlikler 14 Haziran, 1915’te kumandanlarının eşliğinde, Kültlerin desteğiyle Kemah vadisinde 20 000-25 000 kadın ve çocuğu katlettiler. Bitlis’te şehrin Ermeni sakinle­rinin büyük bir bölümünü kestiler, 900 kadın ve çocuğu ise şehir dışına çıkararak Dicle’de boğdular. Tüyler ürperten bu vahşet zincirinin hal­kaları her yere yayılıyordu. Hıristiyanların ateşte diri diri yakıldığı da oluyordu. Türk ordusunda kahramanca çarpışan, sadakat ve yiğitlikleri Enver Paşa’nın dahi alanen taktirini alan Ermeni askerler silahsızlandı­rılıyor, cephe gerisinde bir süre ağır işlerde çalıştırıldıktan sonra kuman­danlarının emriyle, silah arkadaşları tarafından kurşuna diziliyordu.

Alman konsoloslarının “tehciri” gerçek yüzüyle ortaya koyan raporlarında, ülkede görevli sefirlerin duruma yazılı olarak, Bab-ı Ali nezdinde, birkaç kez tepki gösterdiklerini, ancak girişimlerinden bir sonuç alamadıklarını bildirilmektedir. Türk yetkililer ya gerçeği tama­men inkar ediyor, ya da açıktan açığa insanlık dersi vermenin müttefik­lere düşmediğini söylüyordu. 18 Aralık, 1915’te Talat Bey, Alman Sefiri Graf Wolf Metternich’in sorusuna, hiç arlanmadan, benzeri durumda kalsalar aynısını Almanlar da yapardı, cevabını veriyordu. Ayrıca Bab-ı Ali Türkiye’nin içişlerine karışmasından dolayı bir nota ile Alman hükümetini kınamayı da ihmal etmedi. Alman hükümeti girişimleriyle faciayı durduracak güce sahip değildi[1]. Eğer Alman sefir ve konsolosları mevcut durumda çok az şey yapabilmiş veya hiç bir şey yapmamış bile olsalar, hiç olmazsa müşahedeleriyle müttefiklerinin işlediği cinayetleri bütün çıplaklığı ile gözler önüne serdiler. İnsanı dehşete düşüren bu belgeler, insanlıkı dışı cinayetleri kanıtlamakla kalmayıp, aynı zaman­da bunların Jön Türk liderleri ve komitesi tarafından önceden hazır­lanmış bir plan dahilinde işlendiğini de açıkça göstermiştir.Türklerin facia gerçeğini, bunun önceden planlandığını ve bu planın sistemli bir biçimde uygulandığını inkar etmeye yönelik sonradan yaptıkları ürkek taşebbüsler, durumu kurtarmaları için yeterli olmadı.

Berlin’e yolladığı 17 Haziran, 1915 tarihli yazısında Alman Sefiri Graf Wangenheim:” Talat Bey…hiç çekinmeden Bab-ı Ali’nin Cihan Harbinden iç düşmanların (yerli Hıristiyanların) tasfiyesi maksadıy­la faydalanacağını ve yabancı diplomatların müdahelede bulunarak, buna engel olmalarına asla müsade etmeyeceğini açıklamaktadır”, der. Aynı sefir 7 Haziranda tehcirin düşman saldırılarından uzak yörelerde de yapılmakta olduğunu, dolayısıyla tehcirde uygulanan bu yöntemin “Hükümetin Türk İmparatorluğunda Ermenilerin soykırımım gerçek­leştirdiğine işaret ettiğini” yazar. Onun halefi Sefir Graf Metternich 10 Temmuz, 1916’da Reichstag’a gönderdiği telgrafta, Türk hükümetinin “Ermeni Meselesinin soykırım yoluyla halline ilişkin progamı uygular­ken” ne Almanya’nın, ne Amerikan sefirinin veya Papa’nın2 itirazlarını, ne de diğer etkenleri hesaba aldığını belirtir.

15 Eylül, 1915 tarihli şifreli telegrafta ise şu görüş ifade edilmiş­tir:” Önceden belirtilmiş olduğu üzere Hükümet, Komitenin emriyle, Türkiye’deki tüm Ermenilerin imhasını kararlaştırmıştır. Bu emre kar­şı gelenlere hükümet dost gözüyle bakmayacaktır. Her ne kadar imha yöntemleri acımasız olsa da, kadınlar, çocuklar ve hastalar da bağış­lanmayacak, onlara da merhamet gösterilmeksizin, hislere kapılmadan öldürülecektir.

İmparatorluk Dahiliye Nazırı Talat”[2].

Aynı Dahiliye Nazırının emriyle Türkleştirilmeleri mümkün olan 5 yaş altı çocuklar sağ bırakılabilirdi.

15 Ağustos, 1915’te Talat Bey Alman Sefirine:”La questin arme- nienne n’existe pius”,[3] der. O sözlerinin doğruluğunu kanıtlayabile­cek durumdaydı, çünki tehcir artık büyük ölçüde gerçekleştirilmiş­ti. Geriye sadece ölüm yolculuğundan sağ kurtulabilenler kalıyordu. Onları Arap çöllerinin yakınındaki toplama kamplarına doldurdular. Kendilerine yiyecek verilmiyor, başlarının çaresine bakmalarına ise imkan tanınmıyordu.

Ocak 1916’da 5-6 bin Ermeniyi Antep’ten çöle sürdüler, Nisanda 14 bin sürgün Ras el-Ain kampında katledildi. Kaymakamın emriyle kira­lık Çeçen eşkiya çeteleri her gün 300-500 kişiy alıp, 10 km. uzaklıktaki nehre kadar götürerek, orada katlediyordu. Cesetler suya atılmaktaydı. Halep’in doğusunda, Fırat kıyısındaki Meskene yakınlarındaki büyük toplama kampında Ermeniler açlığa mahkum edilmiş olup, bu kampta Türk kaynaklarına göre 50 bin kişi gömülmüştür. Yine 1915’te 60 bin kişi Fırat havzasındaki Deyr ez-Zor Vahasına sürüldü ve büyük bir kıs­mı kayıplara karıştı. 15 Nisan, 1916’da 19 bin kişi Musula ulaştırılacak­tı. Yol 300 km. idi ve çöllerden geçmekteydi. 22 Mayısta tayin edilen yere ancak 2 bin 5 yüzü ulaşabildi, yolda kadın ve kızların ekseriyeti Bedevilere satılmış, diğerleri ise açlık ve susuzluktan ölmüştü. Temmuz 1916’da Deyr ez-Zordaki sürgünlerin sayısı 20 bindi, bir Alman subayı sekiz hafta sonra burada ancak bir, iki yüz kadar zenaatkar görmüş­tür, diğerlerinin ise izine tozuna yine rastlanmıyor, Çeçen eşkiya tekrar işe koyulmuş, onları kamptan alıp, gruplar halinde katletmişti. Görgü tanıklarından biri iki buçuk gün zarfında 1029 Ermeninin Bab’da ölü­müne şahit olmuştu.

Cehennem azabı çeken, açlık ve ölümün pençelerinde umutsuzca çırpınan bu insanların durumunu, tanık gözüyle anlatanların sayısı bir hayli fazladır. Aralarında çok sayıda eğitimli insanların da bulunduğu bu biçare hayalet topluluğu, eline ne geçerse onu yemek zorundaydı. Jandarmalar çektikleri eziyete tamamen kayıtsız olup, onları ölünce­ye kadar sadece denetliyordu. Tam anlamıyla bir cehennem. Her hangi yardım girişimi, Almanya’nın dahi olsa, anında Türk hüküme­tince engelleniyordu. Lepsius 1915 ’in Ağustosunda Enver Paşa’yla Kostantinopol’de görüşürken, kendisinden muhtaç sürgünlere yardım izini rica ettiğinde, şu cevabı alır:”Bu konuda ihtimamı bizzat Türkler gösterir, eğer Almanlar katkıda bulunmak istiyorlarsa, topladıkla­rı yardımı, bağış paralarıyla birlikte Türk hükümetine teslim etmeli­ler, hükümet dağıtımın doğru yapılması için gereken itinayı göstere­cektir”. “Doğru dağıtım” derken neyi kastettiği belli de değil. Ancak Amerikalıların getirdiği yardım reddedilmişti, bu yüzden boşaltılma- yıp, gemide kaldı.

Sağ kalan Ermeniler iki tercih arasında kalmıştı, ya İslama geçe­cek, ya da ölüme razı olacaklardı. Askere alınan erkekler İslamı kabul edip, sünnet olmak zorundaydı. Bütün Ermeniler Türk adı almalıydı. Müslüman olup da sünnet edilenlerin sayısı bir hayli fazlaydı, özellik­le de çocukların, çünki bu idari makamlarca teşvik edilmekteydi. Plan uyarınca Küçük Asya’dan tutun da Kara Deniz kıyılarından Suriye’ye uzanan coğrafyada Hıritiyanlığın izi tamamen silinecek, Hıristiyan yer isimleri Müslüman isimleriyle değiştirilecekti.

Ermenilere düşmanca tavır takınanlar, onları hor görerek, Ermenilerin, hiç karşı koymadan, kendilerini topluca sürüp, sefaletin kucağına atmalarına veya kesmelerine izin verdiklerini iddia etmek­tedirler. Bu iddia aslında Ermenilerin tehlikeli fitneciler olduğuna dair Türklerin ileri sürdüğü sahte suçlamaları çürütmek için verilmiş en güzel cevaptır. Ancak, unutmamak gerekir ki, eli silah tutabilecek erkeklerin ekseriyeti önceden askere alınmış, ahalinin elindeki silahlar ise toplatılmıştı. Bu durumda Ermeniler jandarmalara, çetelerle “milis” kuvvetlerine nasıl karşı koyacaktı? Buna rağmen, silahın olduğu veya silah elde etme imkanının bulunduğu birkaç yerde, Van’da, Kilikya dağlarında, Svedia’da olduğu gibi, onlar kahramanca çarpışarak, bazı başarılar da elde ettiler. Ermenilerin elindeki silah umumiyetle eski av tüfeğiydi. Onlar Urfa’da, güçlerin hiç de eşit olmadığı mücadelede kahramanca can verdi. Nihayet, kendi idealleri uğruna Kafkas ve Suriye cephelerinde fedakarca çarpışan ve kahramanklıkları örnek teş­kil eden Ermeni gönüllüler yetiştiren bir halk, korkaklıkla suçlanamaz.

Jön Türklarin tehcire tabi tuttuğu Ermenilerin 1915-16 yılları arasın­da verdiği kayıpları tam olarak belirlemek, oldukça zor. Ancak Lepsius 1919’da, istatistiklere göre savaş öncesinde Türkiye’deki Ermenilerin sayısının 1 milyon 845 bin 450 olduğunu göz önünde bulundurarak, bu iki yılda yaklaşık bir miliyon Ermeninin öldüğü ya da katledildiği, sağ kalanların ise en fazla 845 bin olacağı sonucuna varmıştır. Bunlardan. 200 bini hala Türkiye’de olup, memleketlerinde kalmaktadır, 200 bin kadarını, çoğunluğu kadınlar, kızlar ve çocuklar olmak üzere, zoraki din değiştirenler veya köle pazarlarında satılanlar oluşturmaktadır, 250 bini Kafkasya’ya ya da Mısır’a kaçmıştır, 200 bini ise ümitsizlik içinde kıvranan ve açlıktan dilenci durumuna düşen ve belki de hala Suriye ve Mezopotamya’daki toplama kaplarında bulunan biçarelerdir. O iki yıl zarfında Türkler Ermeni halkının üçte birini imha etmiştir.

Türk devlet yetkilileri çaresiz insan kitlelerini sadece tehcir etmek, katliama tabi tutmakla kalmayıp, onların değeri milyarlar­la ölçülen mal varlığına da el koydular. Türklerin sergilemiş olduk­ları insanlık dışı gaddarlık, liderlerinin veya halkın yobazlığından kay­naklanmıyordu. Jön Türkler dindarlıktan uzaktı, Türkçe konuşmakta olan ahali ise, her ne kadar bu onu savunma anlamına gelse de, yağma ve katliama hazırlanırken, hükümetin talep ettiği kadar aceleci davran­mıyordu. Hatta birkaç yerde Ermenilerin “memleketten sürülmesine” ilişkin emre karşı gelenler de oldu ve Türk idari amirler, emri çiğneme pahasına, Ermenileri korumaktaydı. Ancak hükümet iyi kalpli amirleri görevden alarak veya katlederek bu pürüzleri süratle ortadan kaldır­dı. Ermeni soykırım programının temelinde, er veya geç hükümeti zor durumda bırakacak olan, ahalinin büyük çoğunlukla imhasını öngö­ren politik adi hesaplar yatmaktadır. Süreç içinde buna açgözlülük de eklenmiştir.

Sergilenen gaddarlık, kapsamı ve boyutları açısından, tarihte daha önce yaşananları geride bırakmıştır. Toplumsal ahlak anlayışı hala Ortaçağ seviyesinde bulunan bir halktan farklı bir şey zaten bek­lenemezdi, onda günümüze özgü davranışlar ve merhamet aramak ise telafisi imkansız hata olur.

Sonu bir türlü gelmeyen Ermeni Meselesi, Avrupa halkları ile devlet adamlarını yormuş durumda. Bunu doğal karşılamak gerekir. Değil mi ki, meseleyi kendileri tahrif etmiştir. Ermenistan adı, onların katılaşmış vicdanında sadece tutulmayan vaatlerin, inkar edilen sözlerin acı hatı­ralarını canlandırmakta. Bunlar vermiş oldukları sözü yerine getirmek için parmaklarını dahi oynatmadılar, zira söz verdikleri kana boğulan halk, yetenekli olmasına karşın, ne petrol, ne altın yataklarına sahipti.

Avrupa siyasetinin ağına takılmasından dolayı Ermeni halkına acıyorum. Adının her hangi bir Avrupalı siyasi tarafından telaffüz edilmemesi, onun için en hayırlısı olurdu. Bununla beraber Ermeni halkı asla ümitsizliğe kapılmamaktadır. O ısrarla, yılmadan çalışıp, beklemiştir.

Ve hala beklemektedir.

Dipnotlar

[1] Bu iddia doğru olmasa gerek.

[2] Şifreli bu telgrafın kopyasını görmek için bak., A. M. Benedictsen, Armenien, Kopenhagen, 1925, s. 259.

[3] “Artık Ermeni Meselesi diye bir şey yok”.