Foti Benlisoy: Eğer katliam canlı bomba işiyse…

Foti Benlisoy

Suruç’tan sonra muhtemelen birçoğumuz böyle bir şeyden korkmuş, böyle bir kâbus görmüştü. O kâbus, kâbustan da beteri gerçek oldu. Bu toprakların en güzel insanlarının onlarcasına alçakça kıydılar.

Bunca ölümün ardından hepimizin içi yanarken mümkün mertebe “soğuk” ve “mesafeli” bir şekilde bir iki hususun altını çizmek istiyorum:

Ankara’daki saldırının doğrudan devlet eliyle değilse de devletin (hiç değilse bir kanadının) yol vermesiyle gerçekleştirildiği en akla yakın senaryo.

Başkentin göbeğinde bu çapta bir saldırının gerçekleştirilebiliyor olmasının başka rasyonel izahı yok.

7 Haziran öncesinde hükümet ve yürütmenin tepesine yerleşmiş gladio yapılanmasının gerçekleştirdiği “şiddeti tırmandırmaya” dönük “faili meçhul” provokasyon eylemleri, seçim sonrasında Suruç katliamıyla savaşın yeniden alevlenmesi sonucunu doğurmuştu.

Dolayısıyla söz konusu saldırının “olağan şüphelilerinin” bu “tırmandırma” stratejisinin sahipleri olduğunu düşünmek, gözlerin “saray” ve hükümete dönmesi gayet makul.

Ancak eğer bu saldırı tıpkı Suruç gibi gerçekten canlı bomba eliyle gerçekleştirilmişse bu onu (mesela 1 mayıs 1977 gibi) benzer “derin devlet” operasyon ve katliamlarından ayrıksı kılan bir durum.

Canlı bomba kontrgerilla faaliyetlerinin ülkemizdeki kanlı tarihinde pek uygulanmış bir metot değil. Eğer saldırı gerçekten canlı bomba eliyle gerçekleştirilmişse bu, bu canlı bombaların nereden bulunduğu, nasıl eğitildiği, nasıl endoktrine edildiği, nasıl devreye sokulduğu gibi sorulara yol açacaktır.

Bu durum, yani canlı bomba ihtimali, Türkiye’nin böyle saldırılar konusunda belli bir uzmanlığı olan gerek IŞİD gerekse başka Selefi-cihadi yapılarla kurduğu “derin” ilişkileri haklı olarak akla getirecektir.

IŞİD ile girilen karanlık ilişkilerin boyutları elbet biz sıradan insanlar için tam olarak bilinebilecek bir husus değil. Ancak basına yansıdığı kadarıyla dahi özellikle ülkenin istihbarat servisinin IŞİD’e sızmış olduğu izlenimi oluşuyor.

Bilindiği gibi böyle “infiltrasyon” girişimleri asla sadece tek taraflı değildir. Karşı taraf da sizin içinize sızmaya, sizin onu kullanmaya çalıştığınız gibi sizi kullanmaya çalışır.

İster istemez bir “ortakyaşarlık” ilişkisi şekillenmeye başlar. Kimin kimi “enstrümanlaştırdığının” belirsiz olduğu bir puslu hava (yani “Pakistanlaşma” denen durum) hâkim olur.

Eğer eylem canlı bomba işiyse IŞİD’in savaşını Türkiye’ye taşımakta kararlı olduğu, ancak Diyarbakır ve Suruç’ta olduğu gibi, “genel olarak” Türkiye’ye değil de Kürt özgürlük hareketine ve onun müttefiki muhalefet güçlerine saldırdığı sonucu çıkartılabilir.

Yani IŞİD “Türkiye’ye” saldırırken seçmeci davranıyor ve Suriye’de savaştığı Kürt güçleriyle müttefik olduğunu düşündüğü Türkiye’nin barış ve demokrasi güçlerini hedefliyor demektir bu.

IŞİD ve ona bağlı güçler zaten genel olarak hedeflerini, saldırdıkları ülkedeki etnik, mezhebi, sosyal ya da siyasi fay hatlarını tetikleyecek şekilde seçebiliyorlar.

Burada daha da vahim noktaya, bu kısa notun en başındaki hususa dönelim. Barış mitingine canlı bomba saldırısı, devletin (ya da devletin bir kanadının) böylesi saldırıları gerçekleştirebilecek operasyonel kapasiteye sahip IŞİD benzeri yapıları, Türkiye toplumsal muhalefetine karşı da bir sopa olarak işlevlendirmek istediği kuşkusunu ister istemez gündeme getiriyor.

Yani eylemin IŞİD’e tabi bir hücre tarafından gerçekleştirilmiş olması, ancak devletin malum kanadının da kendi siyasal çıkarları adına bu saldırı eylemine göz yummuş, onun önünü açmış, ona yol vermiş olması, yukarıda “Pakistanlaşma” diye söz edilen “ortakyaşarlık” ilişkisi gereği oldukça makul bir senaryodur.

En korkuncu, bu kâbus senaryosunun öyle uçuk bir komplo teorisi falan olmaması… İktidarda kalabilmek için şiddet ve kaosu berdevam kılmak isteyen, savaşı bir siyasal fırsat sayan, tüm toplumsal muhalefeti kriminalize etmeyi hedefleyen, “teröre karşı savaş” adına otoriter bir rejimi dayatma peşindeki bir siyasal kadrodan bahsettiğimizi unutmayalım.

Ciğerimiz yanıyor…

Kaynak: baslangicdergi.com