Ümit Kıvanc: Arkamı döndüm, halt etmişim

1996’ymış. Hatırlamıyorum tarihi. Çok zaman oldu, diyebilirim yalnızca. O zaman tanıştık. Ne istediğini bilen, nasıl yapacağını bilmeyen biriy­di. İstediği benim de isteyeceğim bir şeydi, yardı­ma gittim. Gazeteyi tasarlarım, iki hafta çıkması­na yardımcı olurum, dedim.

Sanırım dört-dört buçuk ay geçirdim AGOS’ta. Herkes yeniydi, herkes tecrübesizdi. İki günlük işi dört-beş günde yapabiliyorduk, geceyarılarına kadar çalışıyor, boyuna sabahlıyorduk.

Daha önüne koyduğum logo alternatifleri ara­sından seçme yaparken kapışmaya başladık. Öyle bir inatçıydı ki.

Ben çoğu işte sinir bozucu bir profesyonelimdir. Kusur, biliyorum, gözüm işi görür, işi yapan­ları görmeyebilir. Oyun değildi, düpedüz gazete çıkarıyorduk. Dost ve düşman gözlerin üstünde olduğu bir gazete. Mükemmeliyetçilik, dakiklik gibi takıntıların elinde tutsak olan ben, sabaha karşı birden, o ana kadar yaptığımızı heba etme­ye yolaçacak bir taleple ortaya çıkan acemi genel yayın yönetmenine kızıp duruyordum. Gazeteyi şu saate kadar göndermezsek basılamayacağı gibi acı gerçekleri öğrenmeye niyetli gözükmeyen, “Baba sen halledersin yaa…” diye yanaklarımı sı­kıştıran bu adama, “Oğlum sen şehirli Ermeni fa­lan değil Türk köylüsüsün,” diyordum birinci ayın sonunda. Daha sonra, onun “sözde Ermeni” olduğunu da dilime doladım. Birçok insana öyle tanıştırdım: “Hrant Dink. Sözde Ermeni” diye.

Birlikte çalıştığı insanları çok kızdırabilen bir yöneticiydi. Hiç mi hiç sistematik değildi. Disip­lin altına girmekten doğal bir güdüyle kaçar gö­rünüyordu.

Kalkıştığı işin her gün, her gece, hele gazetenin hazırlandığı günlerde her dakika, onu nasıl bir cendereye sokacağını öngörmemişti.

Öngörmemişti, derken, nasılını kastediyorum; yoksa, cenderenin ne olduğunu çoktan biliyordu zaten. İşte bu sayede, aslında pek kısa bir zaman içe­risinde, yoktan, derli toplu bir gazete yaratmayı başardı.

AGOS’a, hele başlangıçta, çok kişinin emeği geçti. Onlar olmasa bu gazete çıkamazdı, denebi­lecek çok insan var. Ama AGOS’un ruhu Hrant’tı. Bu kelimeye yüklenebilecek bütün anlamlarla inat mı demek gerekir azim mi? Bilmiyorum. Ama AGOS’u yaşatanın Hrant’ın direnci olduğu inkâr edilemez.

Ve bu direnç çok sağlam bir kaynaktan besle­niyordu.

Hrant’ı kaybettikten sonra onun bu memlekete sevgisine dair çok laf edildi. Çoğu doğrudur. Hrant’ı kaybettikten sonra onun Ermeni milliyet­çileriyle de nasıl uğraştığına dair çok laf edildi. Bunlar da doğrudur.

Hrant, yaşama kuvvetini acıların bilediği bir hınçtan alan azınlık mensubu kimliğiyle bakmı­yordu memleketine. Üstelik sadece devralınmış acılar değildi yaşama şevkini kavruklaştırabilecek düşman kuvvetler; kendi horlanma tecrübelerini de edinmişti. Bunlar yön vermiyordu ona. İnsan­lar daha güzel yaşasın isteyenlerdendi. Acısını ta­şımayı göze almıştı. Üstüne giyip dolaşmak için değil, inkâr üstüne inkâr etse de, suçu örtbas et­menin yürek çarpıntısı yüzünden en beklenme­dik zamanda eli ayağına dolanan çoğunluğa dert anlatmayı aklına koymuştu.

Evet, disiplin sevmez biriydi. Ama sorumluluk denen şeyin düşüncesinden çok duygusuna sa­hip olmasa, o sırat köprüsünde, kendi isteğiyle sırtına aldığı yükü bu kadar kollayarak nasıl yü­rüyebilirdi?

Hrant’ın bu yükü tarif edişi ve üslûbu, Türklerin Ermeni meselesini, Ermenilerin Türklerle meselesini çözebilmesi için, görebildiğim kada­rıyla, şimdiye kadar ortaya çıkmış biricik sahici imkândı.

Televizyon tartışmalarında, onu köşeye sıkış­tırmaktan başka amaç gütmeyen kıt akıllı zalim­lere bile laf yetiştirmeye çabalarken gözlerinin dolup sesinin titremesi de bu üslûbun doğal par­çasıydı, gece vakti gazete genel yayın yönetmeni odasından şort-fanilayla çıkıp terliklerini sürüye sürüye gelişi de.

Yakaladığını şap diye öpmesi de.

Genellikle kızdırdıktan kısa süre sonra.

Böyle bir anda ona, “Sen ahparik değil şappariksin!” dedim. Demez olaydım. Onu aramızdan nasıl cahilce, nasıl şuursuzca, sırf eğlence olsun diye kedi asan, kuş kafası koparan çocuk hainli­ğiyle çekip aldıklarını, ben de çekip gidene ka­dar mütemadiyen hatırlatacak bir simge kaldı ortada.

AGOS’un temiz pak bir şekilde çıkmasına kat­kıda bulunduğum için on yılı aşkın zamandır gizliden gizliye gurur duyuyorum. Öbür tarafta, “Hele gel bakalım, sen ne iyi işler yaptın dünya­da?” diye sorduklarında ilk ağızda sayacağım şeylerden biri budur.

Şunu hemen ekleyeceğim ama: “Valla ben ha­yatın nasıl yürüdüğünü anlayabilmiş biri deği­lim. Üstüme gelmeyin, nereye koyacaksanız koyun.”

Açıklayayım.

Uzun zamandır AGOS’la ilgilenmiyordum. Çünkü bana göre nihayet bir yerde bir iş halledil­miş, rayına oturmuş gidiyordu. Başlangıçta bir ucundan tutmuş olanların pek çoğu olmadan da gazete çıkıyor, sürüyordu. Yaşıyordu.

Başlayamadan bitmiş, yarı yolda kalmış, aka­mete uğramış, uğratılmış onlarca girişimin içinde yeralmış biri değilseniz bu duyguyu anlayamazsı­nız. Size ihtiyaç duyulmuş bir işin siz olmadan da sürebiliyor olması, hayata karşı tam anlamıyla bir zaferdir, benim gibi, mütemadiyen ambulans, itfaiye vs. rollerine çıkmış biri için.

Arkamı dönmüştüm. AGOS orada, Hrant ora­daydı. Yaşıyorlardı işte.

Şimdi biri yaşıyor.

“Kahpe” lafı, güya ırkçılığın olmadığı memle­ketimizde birileri için sık sık kullanılır. Aslında bu sıfatı hakkıyla hak eden, hayat bence. Arkanı dönmeye gelmiyor. Kesiveriyor bir damarını.

Hayat mı kabahatli, bundan da emin değilim. Belki kör bir öfkeye kapılmamak için kaçış yolu arıyorumdur.

Çünkü zaman, meselâ, kendi başına suçlu de­ğildir. Biz onun içini doldurup tarih haline getir­diğimizde ne kadar kirli, ne kadar suçla dolu, ne kadar taşınmaz hale geliyor. Zamanı ölçüp biçip dilimlere bölüyor ve içinde yaşayacağımıza arka­sından yetişmeye çalışıyoruz, bu yüzden de tat­minsizlikten tatminsizliğe, telaştan umutsuzluğa sürükleniyoruz.

Hayat dediğimiz de, insana geçiş aşamasını ta­mamlayamamış yaratıkların her türlü saldırısına açık. Kendi tehdit altında değilken başkasının hayatına kast etme hakkını kendinde bulanların bir insan topluluğu oluşturması nasıl beklenebi­lir? Biz, hak ettiği bütün öteki sıfatlar bir yana, her şeyden önce millî olan eğitim sistemimiz ara­cılığıyla, ne tür canlılar yetiştiriyoruz? Donanım­sız bırakıyoruz ki, kullanabilelim.

Bunlar mazeret olamaz; hayat yine de kahpe.

Onu terbiye etmek, kahpeliğini gidermek için Hrant’ınki gibi çabalar lâzım.

Ermeni soykırımı meselesini uluslararası alan­da Türkiye’yi sıkıştırmak için kullanıyorlar. Güzel. Niye sıkışıyoruz ki? Biz çalmadıysak, kaçıp saklanmamıza gerek yok.

Hrant’ın katledilmesinden sonra, geriye doğru eşik atladık. Hrant, “1915 metrelik çukurdan” çı­karmaya çalışıyordu insanları. Biz niye uzaklaşa­cağımıza çukurun ağzına doğru adım atıyoruz?

Gerisini Dostoyevski getirmeli belki de.

Hrant’ı öldürmek, hem Türklerin hem Ermenilerin geleceğine karşı bugün işlenebilecek en ağır suçtu. İşlendi. Şimdi çoğunluk bir de bu suçu in­kâr gayretinin ağırlığı altında ezilecek. Çünkü suçun ağırlığı, taşınamaz bir ağırlık. Vaktiyle bize yaptıkları gibi, biz de doğmamış çocuklarımıza böyle bir uğursuz miras bırakıyoruz.

Hrant Dink

Hrant’ı, söylemediği ve asla söylemeyeceği, söy­lemediği bilirkişiler, başsavcılar tarafından doğru­lanmış sözleri söylediği için mahkûm edebilmek, doğa yasalarına döndükçe safra haline gelen, adına vicdan dediğimiz insanlık şartım anayasa dışında bırakmadan olmazdı. İnsanı insan yapan, tek başı­na bilinç değildir. Vicdanın sarmalamadığı bilinç­le, atom bombası yapar, yoksulları ebediyen yok­sul bırakacak ve buna razı edecek düzenekler ku­rar ya da iyi planlanmış cinayetler işleriz. Bunlar bazen toplu kıyım biçiminde olur bazen bir insanı sokak ortasında ensesinden vurarak.

Aslında sırf bilinç bile, Hrant’ı öldürmekle Türkiye’nin ne kaybettiğini anlamaya yetebilirdi. Kör güdülerle iğdiş edilmiş olmasa.

Maalesef böyle, iğdiş edilmiş.

Bilinç, iğdiş edilebilen bir şeydir.

Vicdansa, iğdiş miğdiş edilmez. Ancak fırlatır atarsınız.

Türkiye’nin sorunu akılla değil. Aklı bozan, beşikten mezara kadar süren millî eğitim. Bu dü­zeltilebilir pekâlâ.

Türkiye’nin sorunu, esas iktidar mevkilerine vicdanı bir yana bırakmadan çıkılamıyor oluşu. Hükümetten bahsetmiyorum. Hükümet ne ki?

Esas iktidar mevkileri, katillerin bayrak önün­de klibinin çekildiği yerlerden bizim göremediği­miz hatlarla ulaşılan ve asla sanıldığı gibi karan­lık dehlizler falan olmayıp, floresan veya tasarruf ampulleriyle donatılmış bürolardır.

Bunları yerle bir etmek de iş değildir aslında, insanın üçüncü şartı ezilip hurdahaş edilmiş ol­masa. Cesaretten bahsediyorum.

Tıpkı bilinç gibi, vicdanla birleşmediğinde in­sanı sadece basitçe hayvan yapmakla kalmaya­cak, ondan canavar yaratacak güç, cesaret.

Devlet politikasının aslî önceliği yurdu koru­mak falan değil. Toplumdan cesareti söküp at­mak. Kaynaklarını kurutmak.

Bu yüzden de Hrant’a çok diş bilemişlerdir. Fransızların utanç verici “sözde” yasasına dire­nirken gördüklerinde, “Eyvah,” demişlerdir. Bu “eyvah”, kendini fısıltıya mahkûm etmiş bir top­lumun içinden bas bas bağıran bir adamın çıktı­ğını gördüklerinde dillerinden dökülen “ey­vah” tan daha okkalı olmalıdır.

Masasının üstü Hrant kadar dağınık birinin böylesine ölümcül bir siyaset hattında bu kadar dosdoğru yürüyebildigine inanmak zor.

Şöyle düşünebiliriz belki: Her şeyi de o kadar ince ince planlayıp yapmıyordu; içinden öyle ge­liyordu.

Tam da bu yüzden eşi zor bulunur cinsten bir enerji yayılıyordu ondan etrafa.

Hrant’ı kaybettikten sonra onun “samimiyeti” üzerine çok laf edildi. Buna verdiğim anlam yu­karıdaki gibidir.

Şunu tekrarlamak isterim: Yirmi birinci yüzyıl­da kendini kendine metal direkli dev bayraklarla ispata çalışan Türkiye, ne kaybettiğini anlamak­tan acizdir.

Hrant ve AGOS birlikte yaşıyorken Türkiye daha zengindi, daha da zengin olabilirdi.

Artık sadece biri yaşıyor.

AGOS’a omuz vermeye çalışıyoruz şimdi. Ora­sı hemen hep kalabalık. Ama içeride bir gürültü eksik. Kahkahası da bağırıp çağırması da kori­dorları odaları dolduran biri eksik.

Ve bu eksiklik nasıl hissediliyor biliyor musu­nuz… Tarif edemem.

Hrant’ın inadı bari kalmış olsun koridorlarda.

Ben o Pangaltı-Osmanbey arasının kaldırımla­rını oldum olası hiç sevmedim zaten.

Kaynak: Birikim, Sayı 214, Şubat 2007