HAKKÂRİ SANCAĞI

HAYATTA KALAN MARİAM ĞAZARYAN’IN, HAKKÂRİ SANCAĞININ AĞBAK KAZASINDAKİ SORAN KÖYÜ KATLİAMI TANIKLIĞI

[1916], Haftvan

Ağbak Sancağı’nın Soran köyünden, 32 yaşındaki kadın, Mariam Gazar­yan, kendisinin ve ailesinin başından geçen zulümleri anlattı.

Akhdakhanalı bir öğretmen olan Vahan Petrosyan kaleme aldı.

Köyümüz Başkale’nin güneybatı dolaylarına düşmektedir ve bir zamanlar 40 haneden oluşmaktaydı (sırf Ermeni), fakat şimdi aynı kö­yün ağaları (Kâmil, Osman ve Tevfik Hacı Ömeroğlu) sayesinde 4-5 ev Ermeni kaldı. Bunlar da ayran kemiği gibi olmuş, Ermeni erkekler ve biz kadınlar, açlıktan ölmekten kurtaracak bir parça ekmek için esir gibi gece-gündüz onlara hizmet ediyorduk. Bundan 20 yıl önce köyümüzün 5-6.000 baş koyunu ve 500 kadar sığırı, atı vs. ve 378 yük ürün verebi­lecek kadar tarım arazisi vardı. Bir avuç yer dahi işlenmeden kalmazdı. Şimdi ise, biz Ermenilerin bir kedisi ve bir avuç tarlası bile yok. Ölüleri­mizi dahi götürüp, bizden 7-8 verst uzakta bulunan Başkale mezarlığına gömüyorduk. Elimizdeki her şey ağalar tarafından zorla bizden alındı. Fakat bu da onlara yetmedi. Zavallı bizlerin kanını da içmek için gece- gündüz uygun bir fırsat kolluyorlardı. Ve bu fırsat 19146 Ağustosunda, Türkler Ruslara savaş ilan ettiğinde kendisini gösterdi. Ailemiz, o zaman 8 kişiden oluşuyordu: babam Gazar Abkoyan 75, annem Sona 55, erkek kardeşim Simon 35, kocam Galust Sargisyan 45 yaşındaydı, kalanlar ise çocuktu. Tam olarak hatırlamıyorum, fakat erkeklerimiz, yukarıda belir­tilen ağaların değirmencileri olduğundan dolayı, bizden savaş ayanası (yardımı) olarak yirmi (20) Osmanlı altını değerinde buğday, bulgur ve ufak-tefek mallar aldılar. Bir gün, iyi hatırlıyorum, köye zaptiyeler gele­rek keçe istediler, bizde hiç yoktu, keçe yerine oğlumun başının altında bulunan küçük bir yastığı çekip götürdüler. Yine de erkeklerimizi askere götürmediler, çünkü söylediğim gibi, erkeklerimiz Kürt ağalar için çalı­şıyorlardı. Aynı zamanda hükümet görevlisi olan ağalara o yıl babam çok rüşvet yedirdi. Neyse, hangi ay olduğunu hatırlamıyorum tabii, fakat Rus ordusu Başkale’ye girdi ve sonra geri çekilerek biz zavallıların başını yaktı. Sadece, dondurucu soğuğun olduğu bir kış sabahı bu ağalardan Tevfik’in, “Gelin, hükümet sizi amele taburuna istemiş… yol yaptırma­ya gönderecek”, diyerek, bizim adamlarla birlikte köyün tüm erkeklerini çağırdığını hatırlıyorum. Bir de baktık ki bizim koyun kadar saf erkek­lerimiz, ağanın işleri için her zaman toplandıkları gibi, ağanın etrafında toplandılar. Lâkin daha köyden uzaklaşmadan silah sesleri duyduk. Dı­şarı çıktık ki ne görelim, babamı vurmuşlardı, fakat daha son nefesini verirken, “Allah aşkına damadımı öldürmeyin, küçük çocuğu var”, diye yalvarıyordu. Lâkin babamın yalvarışları boşaydı. Aynı gün erkekleri­mizin hepsini gözlerimizin önünde öldürdüler ve üzerimizdeki elbiseleri dahi çıkararak bizi yağmalamaya başladılar. Üç zanaat sahibi babamın (marangoz, taş ustası ve duvarcıydı) 10-15 Osmanlı altını [değerinde] aletleri, epey ev eşyası ve 100 kadar altını vardı, onların hepsi de çalındı. Ayrıca, hem bizim, hem de babamın 40 yük tahılı da gitti. Biz, zavallı kadın ve çocuklar, Kürtlerin elinde sahipsiz kaldık. Kültlerden, Hacı Safo adında 80 yaşında biri, köylülerimizden Şuşo adında 16 yaşında bir gelini İslâmlaştırdı. Geriye kalanları bizim evde topladılar. Tüm kış boyunca gündüzleri çıplak ayaklarla gidip Kürtlerin koyunları için dağdan ot ge­tiriyor, geceleri ise, siyah bir darı ekmeğiyle gelip aynı evde, soğuktan sabaha kadar ağlayıp sızlayan küçük çocuklarımızın üstünü örtecek bir parça bez ve psiat7 olmadan, kara tavanın altına sığmıyorduk. Neyse, kış geçti, bahar geldi ve daha da kara, kapkaranlık günler, kara dertler getirdi. O zamana kadar annem sağdı ve bu talihsiz kızı ve öksüz 4 küçük çocuğu için küçük bir teselliydi. Ama günün birinde aniden, Cevdet Bey’in or­dusunun, Salmast’ta 4 ay kaldıktan sonra ricat edip Başkale’ye geldiğini gördük. Bunun üzerine, Kürtlerin Ermeni esirlere yönelik azgınlığı daha da, arttı. Cevdet Bey, Ermenilere acımadan tecavüz etme ve yağmalama, 10 yaşındaki kızlara dahi el uzatma emri verdi. Kürtler ve şeyhler böyle bir emri bekliyorlardı ve çılgınca kendilerinden geçerek, biz zavallıların başına getirmedikleri, görülmemiş ve anlatılamayacak zulüm bırakmadı­lar. Bir gece aniden kapımız çalındı. Kalktım ve kim olduğunu sordum. “Keçe, deri veke” (Kız, kapıyı aç), dediler. Korkup, açmadım. Anneme haber verene kadar, yukarıda belirtilen kan içici Tevfik ve amcası Musta­fa kapıyı kırarak içeriye girdi. Annemle, gözleri on yıldır kör olan Nuno adlı bir kadını saçlarından tutup, “Altınları çıkar, yoksa seni öldürürüz” dediler ve yüzükoyun sürükleyerek dışarıya çıkardılar.

Talihsiz annem, yaşlı gözler ve yakarışlarla Kürtlerin ayaklarına kapanıp, “Beni öldürmeyin, size altınların yerini gösteririm”, diyordu. Halbuki altınları daha sonbaharda götürmüşlerdi. Annem böylece biz za­vallılar için hayatını kurtarmak istiyordu, fakat annemin onca yalvarışı, ağlama-sızlaması boşunaydı. Aniden beş tabanca annemin başına ateş etti. Annemin cesedi yere serildi. Ayaklarından tutarak, yüksek kayaların bulunduğu köyün aşağısına sürükleyerek götürdüler. Onu kayalardan aşa­ğı attılar. Annemle birlikte dışarı çağırdıkları kör kadını ise canlı canlı bir kaya kovuğunun içine atıp, üzerine taşları yığdılar. Zavallının derinden gelen inlemeleri iki gün boyunca duyuldu. Rus ordusu tekrar Ağbak’a girinceye kadar böyle birkaç gün geçti. Türklerle Kürtler göçtü, bizim Ermeni erkek çocuklarından çalışıp yük taşıyabilecek olanları da birlikte götürdüler. Böylelikle köyümüzden 13 erkek çocuk ve kadın esir olarak götürüldü. Biz, birkaç kişi ise küçük çocuklarımızdan birçoğunu evde bırakarak, saklanmak için geceleyin dağlara kaçtık. Kürtlerin kaçışından sonra geri döndük ve gelip çocuklarımızı sahiplendik. Biz şimdi üç kişi kaldık – ben ve iki küçük kızım, Salmast’ın Haftvan köyünde yaşıyoruz.

EMA.fon 227, liste 1, dosya 462, yapraklar 1 ve arka yüzü, orijinal, el yazısı.